19 Aralık 2011 Pazartesi

30 Mart 2009



Uyandım.
Yüzümü yıkadım.
Yalan söylüyorum, yıkamadım.
Giyindim.
5 dakika sonra sokaktaydım.
Koşarak meydana çıktım.
Yalan söylüyorum, otobüse bindim.
Meydanda indim.
Yürüdüm.
Hayır, bu sefer yalan söylemiyorum, cidden yürüdüm.
Durağa vardım.
otobüs geldi
Bir anda kararımı değitşirdim, ve
okula doğru koşmaya başladım.
Artık Yalan söyleyip söylemediğim konusunda bir fikrin var, değil mi?
Otobüse bindim. 
otobüste yaşlı 2-3 kişi vardı.
Ve 4 tane de homoseksüel vardı.
Hayır, yoktu.
Sadece yaşlılar vardı.
Sonra hastaneye gldik, daha çok yaşlı doluştu
Ter kokan göğüsleriyle bindiler
otobüse.
Doğru söylüyorum, ter kokuyordu
göğüsleri.
ellerinde simit vardı. 
her taraf simit koktu. 
Bir heycan ve feryat figan ve ona benzser hedeler vardı
otobüsten inmek için bin kişinin arasından
camlardan fışkıranuzuvların arasından
zar zor kurtuldum. 
Okula yürüdüm.
Bu yalan değil, ama kabul ediyorum ki o 100 metrelik yolu
gidebileceğim bir vesait olsaydı hiç çekinmez
binerdim. 
Okula girdim
Bok kokuyordu.
Derin derin soludum,
Bok'u.
ve şükrettim O'na,
"iyi ki bu okuldayım" dedim.
Hayır, böyle bir cümleyi kurmayalı seneler oldu.
Küfrettim.
Okula.
Okuldaki kokuya.
Okulun içindeki insanlara.
Küfrettim talihime.
Sınıfa girdim.
Ter kokusu.
Ağır.
Parfüm de var. şekerli.
Çok şekerli.
bayılırım şekerli parfüm kokusuna.
Şekerli parfüm kokusunu duyunca
burnumda,
Şen şakrak hissederim kendimi bir anda.
Hiç bu kadar dürüst olmamıştım.
Hiç bu kadar yalancı olmamıştım.
Küfretmeye devam ettim.
Dersi dinledim, zil çaldı tenefüse çıktım,
en yakındaki kız arkadaşımın tokasını çalıp kaçtım
O da beni kovaladı.
Sonra aramızda bir aşk başladı
3 gün sonra ayrıldık
çünkü daha çocuktuk.
Hayır böyle birşey olmadı
kazık kadar adamım,
ve kimseyle iletişim kuramadan koridoru dolanıp durdum.
Bir kişi saati sordu,
söyledim.
Ve kendimi "tanrım, sosyalleştim" diye düşünerek şanslı hissettim.
Ders başladı
Gene şekerli parfüm.
Kahretsin.
Okul bitti
Gene şu aptal 100 metreyi yürüdüm
Durağa doğru
Yanımdan dünyanın en şirin kızı geçti
hem entelektüeldi,
hem de üzerinde bir Pink Floyd tişörtü vardı
Şirin ve kalın çerçeveli gözlikleri vardı
bana selam, yolumu kaybettim bana yardım eder misin dedi
ben de tabii ki dedim
ve aşk yaşamaya başladık.
Yanımdan geçen birşey vardı
leş gibi kokan bir tinerciydi
kayık gözleriyle bana "abi bi liran var mı" diye soruyordu.
hadi canım hadi dedim
küfretmeye devam ederek.
otobüs geldi.
eski ve kırmızıydı.
gürültülü ve homurgandı.
durduğu yerde anama avradıma küfreder cinsten birşeydi.
ya da psikolojim öylesine bozuldu ki
ben aptal bir tenekeyi kişileştirmeye başladım.
belki de edebiyat yapmak istemişimdir.
Bindim.
Gittim.
10 dakika sonra sıcacık yuvama girmiş, jakuzimde az buzlu viskinin arkadaşlığıyla gazetemi okuyordum.
kedicim yanıma geldi, miyav dedi ve o da suya atlayım omzuma tünedi, sanki benimle beraber gazete okuyordu, mırıl mırıl.
10 dakika sonra trafikteydim.
kornalar çalıyordu.
soğuk ile sıcak arası aptal bir hava vardı
egsoz dumanı soluyordum.
otobüsün küfretmesi de cabası.
İndiğimde okuldan çıkalı 1 saat olmuştu.
Önümde ise upuzun bir yol vardı
ve ben bu yolu hızlı bir şekilde gidebileceğim bir 
teleport cihazının icad edilmemesine
küfürü basıyordum.
yürüdüm. 
20 dakika sonra evet, evimdeydim.
Salonda mini bar aradım, yoktu.
mutfağa yöneldim,
karnımın gurultusunu düşünerek.
Yemek baktım.
Portakallı ördek, yıllandırılmış beyaz şarap, ve mükemmel bir ordövğr tabağı vardı.
hemen hizmetçiye seslendim.
5 dakika sonra enfes bir ziyafet çekiyordum.
5 dakika sonra açlıktan ölüyordum.
Dolapta limon sosu, salça ve sirke vardı. 
küfrettim.
gene.
evet.
bilgisayarımın başına geçtim.
internete girdim.
Hemen bütün arkadaşlarım bana selam verdiler,
beni ne kadar çok sevdiklerini
benimle vakit geçirmek istediklerini
söylediler.
Koşarak dışarı çıktım, ve hepsiyle bir arada mükemmel bir gece geçirdim.
İnternete girdim.
baktım.
baktım.
baktım.
baktım.
sıkıldım, kapattım.
kimse yoktu.
aslında herkes vardı.
ama kimse yoktu.
kapatmadım.
biri beni arar bulamaz sonra diye açık bıraktım.
kolonlarımın sesini de açtım.
duyarım diye.
gece oldu.
Hâlâ açtım.
Bilgisayarın başına geri döndüm.
Bıraktığım gibi duruyordu.
küfrettim.
yattım.
Bir sonraki heyecanlı günümü düşündüm
ve kendimi dünyanın en mutlu insanı gibi hissettim..
yalan söylüyorum.

29 Nisan 2009



Bugün uyandım. Ne garip di mi? 
Odam hafiften loş.
Biraz dikleşip karşıya baktım, pedem kapalı.
Hmm..
Hmm..
Ve, biraz daha Hmm....
Telefon var, yatağımın yanında duruyor. 
Açtım baktım saat 10:46
Pff. Gece 8 de yattım ben. 
Niye kapalı bu perde?
Bu perde kapalı olunca ben çok uyuyorum.
Bu perde açık olunca da karşıdaki manyak komşuların asla kapatmadıkları lambaları gözümün içine giriyor.
İfrit oluyorum.


Açık mı kalmalı, kapalı mı? 


Dişlerimi fırçalamayı gene unuttum. 
Neyse, vücudumla bütünleşme yolunda emin adımlarla ilerleyen mavi kotum ve kahverengi ve beyaz çizgili gömleğimi geçirdim üstüme. 
Yarım saatimi ince telli saçlarımla uğraşarak aynanın karşısında geçirdikten sonra
İğrenç bir özgüven eksikliği ve fazlalığı karışımı ile kendimi sokağa attım.
Atarlı atarlı yürüdüm otobüse doğru.
Bir yandan "heey, lanet olsun, çok karizmatiğim" diyorum.
Diğer yandan tersimden vuran rüzgarda tel tel kafamdan ve bütünlükten ayrılan saçlarımı tekrar eski yerlerine sokmaya çalışıp madara oluyorum
Sakız çiğneyen ortaokullu kızlara.


Otobüse bindim, saçlar darmandağın.
Orta kapının orada alternatif bir üniversiteli bana bakıyor.
Kadın.
Oğlum, bu ne hâl! 
Şu saçlarını toplasana? 
Toplayınca da ibnoş gibi olabiliyosun be hacı.
E açık bırakınca da dağılıyor..


Açık mı kalmalı, toplu mu?


Toplu taşıma araçlarından birinden atıyorum kendimi dışarı, aynen ötekine. 
Oradan oraya atlıyorum.
Araclardan bir tanesine
Hatta isim de vereyim,
özel halk otobüsü olan 49G hatlı otobüse
Memeli memeli kocakarılar biniyor.
Gerçekten memeliler.
ve
Gerçekten kocakarılar.
Bil bakalım ellerinde ne var? 
Bebek(ler)
ve
Simit.
Ben kendimi tekrarlıyorum.
Ama bu bir teknik aslında. Okuyucuya hayatım konusunda izler veriyorum.
Okuyucuya akıl sağlığım konusunda izler de veriyor olabilirim.
Okuyucuya ördek diye bağırmak istiyorum.


öyleyse, tekrarlamalı mı, tekrarlamamalı mı?


(( sorunun cevabı: )) yüzlerce uzuvun arasından geçerek (( anladın mı acaba ))
inidim otobüsten.
Sonra yürümeye....


Lan ? 
Noluyo lan! 
Hmm.
Naber?
..


Ördek..


Ördeeek!..




ÖRDEEEEEEEEK!!
..
...
.

18 Nisan 2009



Ruhlarında kibir ve nefret zincirlerinden bekaret kemeri olan insanlar görüyorum.
Sözcükleri, kapalı kapılar ardındakine yaklaşmak isteyen herkese öfke kusan gardiyanlar.


Ustalık ve sevgi akan zanaatkârdan uzakta,
Zincirlerin ardındaki taş parçası, asla elmas olamayacak
Kendi kibirinden kusacak, kendi kustuğunda eriyecek...


Ve bir gün gözümüzün içine bakarak
Soğuk kanlılıkla, küfür edercesine sarfettikleri sözleri hatırlayıp
Susacaklar, diğerlerinin aşağılayıcı bakışları arasında...

8 Kasım 2011 Salı

Mahalli Vakvaki





Yazacak birşey bulamamak bazen çok sıkıcı olabiliyor. İçimden bazen öyle bir yazmak geliyor ama yazamıyor, yazamıyor, yazamıyorum. Konular, temalar arasında kayboluyorum; sanki çok önemli şeyler bunlar...Halbuki burada bir ördeği yazmak ne de hoş olurdu?
Beyaz tüylü bir ördek mesela. Yok yok, çok da beyaz olmasın aslında. Biraz hırpalanmış olsun bu ördek. Kahvehanede arkadaşlarıyla bir kaç el okey döndürmüş, şansının bugünlerde pek te yaver gitmediğini tekrar tekrar kendine itiraf ettikten sonra masayı terk etmek istemiş. Sonrası ise Haydar'ın işi... O Haydar yok mu... Sen gel, bizim bu beyazlığı bu andan itibaren 15 - 20 saniye ancak devam edebilecek ördek ayağa kalkar kalkmaz falçatayı kemerden çıkar, doğrult bizim ördeğe, vay efendim masadan oyun bitmeden kalkılır mıymış!.. Bizim ördek mahallenin delikanlı ördeklerindendir, öyle lagalugaya gelir cinsten değildir hani ya, masayı yuvarladığı gibi sarıl haydarın boynuna, ama nafile. Danışıklı dövüşün ördeklerde pek yaygın olduğu bilinir, diğer oyuncular anında tekme tokat girişiver bizim ördeğe. Karizmaya bir reset, kestaneye iki çizik; hoş, canından olmamış ya ördek, ona şükür. Sokağa atıvermiş kendini...
O haydar yok mu, deyyusların deyyus ağasıdır. Okeyde tavlada üstüne yoktur. Öyle bir oynar ki, kahvehaneye girenin dibinden şırıngayla kanını alır, almadan sokağa salmaz. Masaya atılan Birinci paketeri, saman kağıda sarılmış başlık paraları, bu paralarla kurulan karaköydeki Alev abla hayalleri. Bir keresinde mars ile aldığı bir oyunda tavlayı rakibin kanadının altına sokunca olaylar çıkıvermiş, rakip tarafından bir güzel pataklanmıştı ki, ertesi günü haydar, herifin bacısıyla nikahlanmış, anasıyla bir münasip münasebetlerde bulunmuş da kadıncağızın evini kendi üstüne yaptırtmış idi, evet, hemen ertesi günü.
Mahallede kimse sevmez Haydarı. Kimse önünden, yanından, kıyısından geçmez. Bi korkudan, bir de ter kokusundan. Geçmek zorunda kalırsa da iki el ayak öpme numaraları, "abimsin, canımsın, bacım sana emanet" ayakları derken paçayı kurtardığına dua eder adam. Kırçıllı kuyruğu, çatık kaşları, gagasında mahalle bakkalından zorla alıp yaktığı “Birinci”si ile karşı konulamazdır.
O haydar yokmu, deyyusun deyyus ağasıdır. İşte gene deyyusluğunu hiç çekinmeden sergilemiş, kendi lehine gitmiş ve gidecek olan oyunu uzatmak için bizim ördeğin delikanlılığı yerlere çalmış, reset tuşuna ardı ardına basmaktan vazgeçmemiştir. İşte bizim delikanlı ördek, o hezamet ve hezeyan dolu 15- 20 saniyenin hemen akabinde, mahallenin taş sokaklarında bunları düşünüp duruyor. Şimdi eve gidecek, garip anası, turuncu topuklu bacısı ne diyecek, neler diyecekler idi. Hele karşı konaktaki Meliha. Neler düşünecekti kim bilir? Kim bilir bu zamanlara kadar içinden onun hakkında neler düşünmüş, ne delikanlılıklar hayal etmiş idi. Kim bilir, kendisini onun koynunda, dizi dizinin dibinde nasıl da hayal etmişti. Şimdi ise "erkeği" hırpalnmış tüyleri grileşmiş biri olup çıkacaktı karşısına.
Kafasında hayallerle evine geldiğinde kahvaltı çoktan hazırlanmış, yenmiş; akabinde iki dişi ördek; anası ve bacısı, çoktan örgü örmelere oturmuş idi... Zehra, bacısı henüz 15 ine yeni basmış kısmet hayalleri içerisinde bir ters bir düz yaparken, kalp kalbe karşıdır, anası da sonunda kızını hayırlı, gagası kuvvetli, delikanlı, iyi bir aile evladına verip gözü arkasında kalmadan öbür dünyaya göçme niyetlerinde bulunmaktaydı. Tabi bu isim mahallenin tek delikanlısı Haydar olabilirdi. Ancak çarşıya pazara çıkarken görebildiği bu delikanlı, ona kızı münasebetiyle her daim "anacım" demiş, çarşıdan aldığı yemleri böcekleri evine kadar bırakmış, bu yaşlı ördekceğizin de sevgisini ve güvenini toplamış idi... Yaşlı kadıncağız Kızını haydara vereceği düşüncesi aklından geçerken iğneye ipliğe farkında olmadan daha bir sıkı sıkıya sarılıveriyordu...
Kimselere birşey farkettirmeden odasına girip üstünü başını temizledi, gagasıyla kendisine haydardan bulaşmış olan bitleri pireleri üzerinden attı… Avludaki küçük derecikte yıkandı, silkelendi ve sofaya geçti. Hayallerden, bir ters bir düzlerden kendisinin geldiğini farketmemiş olan annesi ve bacısına şöyle bir göz attı, ve sonra aklına birşey gelmişçesine iki kelime dahi edemeden kendini tekrar sokağa atıverdi.
Bir sigara yakıp mahallede yürümeye başladı. Önce bitçi dükkanından geçti, selamını verdi, karşılığını alamadı. Sonra kahvehaneye geldi. İçeri girip girmeyeceğini düşünürken mekanın camından kendisine doğru ışıldayan altın bir diş gördü. Haydarın meşhur dişi.
Bu diş yalnızca haydar pis işler peşideyken ışıl ışıl ışıldar, geleni geçeni ürkütürdü. Garip yaşlı ve genç dişi ördekler ise bu altın dişe neredeyse taparlar, o dişi gördükçe "erkeğim" diye hönkürürlerdi.
Neyseydi, zaten kahve de bu aralar pek sıkıcıydı, girmeye değmez, değil miydi... Kafasında düşünceler ile Taş yollarda yürümeye devam etti.
Delikanlılığı havalarda uçuşuyordu kafasında. Bu böyle kalmazdı. Haydar, yaptığı deyyusluğun karşılığını mutlaka alacaktı. Ama nasıl alacaktı? Onu dövseydi mesela? Yok yok,  olmazdı, olmazdı çünkü onu ancak teke tekte dövebilirdi, bu da mahalledeki imajına hiçbir yarar sağlamazdı. Teke tek dövüşmeleri için ıssız bir adada falan bulunmaları gerekirdi, aksi halde bütün mahalle korkudan Haydarın tarafını tutacak, gene hırpalanan, dövülen, resetlenen kendisi olacaktı. Onu başka türlü alt etmeliydi...Evet, onu öyle bir halletmeliydi ki...
Kahvehaneye hızır gibi girdi. Parlayan dişin gagası kapanıverdi, ayağa kalktı. Ne işin var buralarda diyecek gibi olduğu anda bizim ördek tavlayı aldığı gibi masaya oturdu. Haydar, işi hemen çaktı. Bu Delikanlı bozması ördek, onu kendinin en güçlü olduğu oyunda devirip Delikanlılığını geri kazanacak, ayrıca mahalleyi de aklı sıra kendisinden kurtaracaktı.Hahaydı,   Yoktu öyle ya ma...
İlk oyunu bizim ördek aldı.İkinci, üçüncü ve dördüncüyü de bizimki aldı. Bütün mahalle kahvehaneye doluşmuş, sığmayanlar camlara gagalarını dayamışlardı. Haydar ise hiç renk vermeden oynuyordu. Bahisler çoktan bizimkinin üzerine kapanmıştı. Sigarlar, başlık paraları ilk başta haydar üzerine yatırılmış, sonra dört galibiyetin üzerine bizimkine çevirilivermişti. Son oyunda da bizimki üst üste düşeşleri atıyor galibiyete doğru emin adımlarla ilerliyordu... Anası delikanlı oğluyla iftahar edecek, meliha erkeğinin göğüs tüylerine başını yaslayacaktı. Bütün mahalle şen şakrak olacak, Haydarın yenilgisi kırk gün kutlanacaktı... Ama unuttuğu birşey vardı. Haydarın altın dişi son oyunun son demlerine gelindiği anda pırıl pırıl parlamaya başladı ve oyunu öyle bir şekilde mars a döndürdü ki bizimkinin feleği şaştı. Hemen bahisler Haydarın üzerine döndürüldü. İkinci mars ta gelince oyun bir anda eşitleniverdi. Bütün mahalle susmuş, komşular, genç kızlar pencerelerden oyunu seyreder olmuştu...
İşte tam bu anlarda bizim ördeğin aklında kendisine doğru uzanan bir kanat vardı… Gittikçe yaklaşan bir kanattı bu, kanadın öteki tarafında kendisine doğru gülen bir gaga, içinde parlayan bir altın diş vardı. Parlıyor, parlıyordu. Havada uçuşan zarlar, hızlı hareketlerlerle oradan oraya kayan taşlar birer silüet mizacında oynaşıp duruyordu... Çevresinde kendine doğru bir yaklaşan bir uzaklaşan ifadeler, gülücükler, aşağılayıcı bakışlar; dönüyor dönüyor ve dönüyorlardı. Terliyordu. Ama Haydarı alt edecekti, kesinlikle edecekti. Onu bu oyunda yenecek, bütün mahalleye bir cümbüş hediye edecek idi... Ama o diş... O diş parlamaktan usanmıyordu… 
O haydar yok mu… Deyyusun deyyus ağasıydı, evet… Haydar öyle bir oynar ki, adamın dübüründen şırıngayla kan alır, almadan sokağa salmazdı…


(( 2007 )) 

Geçmiş

Keyifli değilim.


Bomboş vakit geçiriyorum. Twitter falan açtım, internet bağımlılığımı daha da kötü bir düzeye yükseltmek için. O derece. Hiç keyifli değilim.


Bu gece de uykuya dönecektim, ama sanırım biraz dikkat çekmek istiyorum - Twitter üzerinden "goodbye cruel world" şeklinde The Wall filminden bir kesit paylaştım. Tam bilgisayarımı kapatacaktım, Facebook'tan bir notification geldi. Bir anda kendimi mesaj kutumda buldum facebook'da. Mesajlarıma bakarken 2008'e kadarki mesajarımı buldum. 


Kimlere neler neler yazmışım...


Keyifli değilim.


Bana sorsan, dikkat çekmek falan değil tabii derdim. Ama içten içe ilgilenilmek istiyorum sanırım. Yani, bu kendime dışarıdan objektif bir şekilde baktığım zaman böyle anlaşılıyor. Aslında herkes ilgilenilmek ister. 


Gerçekten, keyifli değilim. 


Yani aslında gene de piyasada bulup bulunabilecek en neşeli insanlardan biriyim. Keyifsiz olmama rağmen bir çok insana taş çıkartırım. Öyle dramatik acınası bir durumum falan yok. 


Keyifli değilim, ama bir şeyler farkettim mesaj kutumda. Hayatta ne kadar yol aldığımı farkettim. Anılarımı silmişim, ve bunu tercih etmişim resmen. En yakın arkadaşıma bir açıklama metni yazmışım mesela uzun uzun, bir olay olmuştu emin değilim ve bana çemkirilmişti biraz, ve ben bir açıklama yapma ihtiyacı duymuştum. Ama hiç hatırlamıyorum. Kendi yazdığımı görmesem inanmayacağım resmen böyle bir olayın var olduğuna. 


Sonra ilk ciddi ilişkim ile ilgili yaşadıklarıma dair bir sürü belge var. Geçirdiğim sinir krizleri falan. Fotoğrafları silmişim öfkeyle. Sonra tekrar bir araya gelmişiz. Sonra gene ayrılmak falan, saçma sapan işler. 11 tane ders bıraktığım dönem işte. İğrenç olaylar... Hayata ve ilişkilere dair algım ne kadar da olgunlaşmış? Hem demişim ki, "dudakların olmadan yaşayamam, ne olursa olsun"! Ah be oğlum, tutamayacağın sözler neden veriyorsun? 


Kendime baktığım zaman eşiğimi çok net görebiliyorum. Anılarımı silmiş olabilirim, ama 11 dersi neden bıraktığımı çok iyi biliyorum. Düşününce hala daha içim fiziksel olarak titriyor. O dönem zangır zangır titrediğimi çok net hatırlıyorum. Ömrümde öyle bir titremeyi hiç yaşamadım, hiç!


Küçüklüğümden beri, kendimi öyle bir ideale tutturmuşum ki (nitekim bu idealin hâlâ peşindeyim!), o idealin çizgisini bozacak en ufak bir şey beni derinden sarsmaya yetmiş. Ama görüyorum ki, eskiden daha zayıf ve çelimsizmişim. Bugün çok daha güçlüyüm. Bu kendini kandırmak değil, gayet objektif birşeyden bahsediyorum. 


Keyifli cidden değilim.
Ancak eskilere bakmak bir garip oldu. İyi mi oldu, kötü mü oldu hiç bilemiyorum. Ama bi garip oldu, onu biliyorum. Gerçekten unutuyorum. Unutmuşum. Unutuluyor. Ama yazdıklarıma şöyle bir baktığım zaman; kinlerimi ve aşklarımı, öfkemi ve neşemi, heyecanımı ve donukluklarımı aynı o gündeymişim gibi hatırlayabiliyorum. 


Çok ilginç.
Keyifli değilim, ama kendimden ve ne istediğimden eminim. 
Kaç kişi 2-3 senede böyle bir yol alıyor ki? 
Teşekkür edilmesi gereken birileri var. 
Teşekkür ederim. 



4 Kasım 2011 Cuma

Hayvan

Az önce, yani tam olarak 04.11.2011 günü saat 21:23'de bir köpeğe tekme atan bir adamın fotoğrafını gördüm Facebook'da.


Altta yazan yorumları tahmin ediyorsunuzdur, ama gene de bir iki alıntı vermek niyetindeyim:


- hangisi köpek? şu durumda?
- böylelerini biyere sıkıştırıcan 20-25 kişi köpek gibi dövsc-cen (bu abi çok yanlış gelmiş zaten)
- HaNGisi KopeK SİZCE !
- küfür etmek istemiyorum ama hayvanları çok seviyorum. ama orada hayvan hangisi belli değil? o.ç tam ya.




falan.


Ya şimdi şu 4 adet yorumdan nereye varacağımı kestirmek konusunda şu yazıyı okuma zahmetine girmiş herhangi birinin sıkıntı yaşayacağına inanmıyorum, nitekim eğer giydirmezsem çatlayacağım.


Arkadaşlar. Şimdi biliyoruz ki, modern tıp canlıları daha rahat çalışabilmek için benzerliklerine göre bir kaç farklı sınıfa ayırıyor. İşte bitkiler, tek hücreliler falan filan. Bu sınıflardan konumuzu ilgilendirenler de "İnsanlar" (homo sapiens) ve de "Hayvanlar" (animalia (?)).

İnsanlığın hayvanlara göre daha farklı bir evrim gösterdiğini biliyoruz. Ayrıca eğer Dünya üzerinde total bir canlı sınıfını düşünürsek, insanların egemen olduğu ve kendi hegemonyasını kurguladığı bir düzende yaşadığımız da apaçık karşımıza çıkar. Bu ahval ve şeraitte Dünya üzerindeki bir çok insan topluluğu (hepsi değil, dikkatinizi çekerim) kendini hayvanlardan üstün görmektedir. Böylece "hayvan" deyişi bir çok kültürde adeta bir hakaret niteliği taşımaktadır. Bu konuda güzel Türkçe'miz de bize sayısız nimet sunmaktadır. Bu nimetlerden bazıları; it, ayı, dana, eşşek, öküz, maymun, deve, hayvan, kerkenez, fil vs. olmakla birlikte, zaman zaman şakayla karışık zaman zaman da birfiil işaret edilen kişiyi aşağılamak için kullanılırlar. Tıpkı erkek egemen kültürlerde kadının ve kadınsallığın her fırsatta aşağılanması ve bir dalga konusu olarak görülmesi gibi. 

Şimdi efendim, hayvan severlik güzel şey. Şahane hatta. Nitekim şu yukarıdaki yorumlara bakıverin bi zahmet. Bakın bakın. 

.. 
...
.....

Ne yazıyor? "KÖPEK GİBİ DÖVMEK GEREK" yazıyor. Yani bir kere "köpeğin dövülüyor olmasından" rahatsız olan arkadaş köpeği döven elemanı "köpek gibi" dövmek gerek diyor. Söylemin gerçekliği kurguladığını öğreten Fuko amcadan yola çıkarsak bu adam "köpeklerin dövülebilirliğini" bir cümlede meşrulaştırmıyor mu? 

Peki ya "HANGİSİ HAYVAN" diyen eleman, bu elemanın köpeğe tekme atmasını meşru kılan "insan > hayvan" paradigmasına işaret etmiyor mu? Hayvanları "her türlü kaba kötü şeyi yapan canlı" olarak nitelendiriyor, ve hayvanları koruma gayreti içerisindeyken kendi cinsinin hegemonyasını yeniden üretmiyor mu? 

"HANGİSİ KÖPEK" diyen abimize de seslenesim var. Ya kafanız mı güzel? Yani bu saçma eylemi gerçekleştirmesi gereken kişi bir köpek bu abinin sözlerine göre. Ancak "köpekler" kendi cinsinden olmayanların kafasına tekme atar, biz insan olarak (yani bilinen en üstün, aklını ve mantığını kullanabilen, üretebilen, yalnızca içgüdüleriyle yaşamayan über bir canlı sınıfı olarak) bu tarz "köpeklikleri" sergilememeliyiz. Bu mu? 

Sizce böyle abesle iştigal eden yorumlarla hayvanları koruyor muyuz? Onları böyle mi çok seviyoruz? Bu mu yani?
Hatta bence daha temel bir soru var: 

Hayvanları neden koruyoruz? 

Hatta ve hatta daha da önemlisi, lütfen kendinize bir sorun: 

HAYVANLARIN NEDEN KORUNMAYA İHTİYAÇLARI VAR?

İyi düşünün. 

12 Ekim 2011 Çarşamba

Facebook Üzerinden Yeni Bir "Arkadaşlık" Pratiği



Arkadaşlık kavramının, içinde bulunduğu bağlam içerisinde nasıl da akışkan ve dönüşümlü olduğuna şahit oluyoruz son birkaç yıldır; farkında olarak veya olmayarak. Artık, daha önce hiç olmadığı kadar hızlı bir şekilde “arkadaşlık” denen olguya dair yeni gerçekliklerin kurgulanmaya başlandığı, eski kaidelerin silikleştiği bir dönemin içerisindeyiz.

İlerleyen teknoloji ve bu teknolojiye erişim imkânlarının artması ile birlikte öncelikle cep telefonları, özellikle de genç nüfusun hayatına bomba gibi düştü. İkibinli yıllarla birlikte cep telefonları ortaokullara kadar girdi, ve günümüzde yaşadığımız “yeni arkadaşlığın” temellerini attı. Arkadaşlık denilen şey, zaman ve mekândan bağlarını koparttı, ve “yersiz yurtsuz” bir fenomene dönüştü.
Hemen hemen 2000'lere kadar, bilgisayar ve cep telefonu net bir “ihtiyaç” olarak görülmüyordu diyebilirim. Ancak toplumun üretmekten tüketmeye doğru ilerleyen evriminin iyice ivmelendiği, bu evrimin sonuca yaklaştığı, hatta öyle ki “itirazımızın ihtiyaca dönüştüğü” (Müslüm Gürses'in ihaneti?) bu dönemde bir çok şey zaruri bir ihtiyaç gibi algılanmaya başlandı. Artık “herkesin” evvela bir cep telefonuna ihtiyacı vardı, ve herkes bir cep telefonuna sahip olacaktı.

Bu gelişmeler, yıllarca alışkın olduğumuz görüşme ve iletişim pratiklerini derinden etkiledi. Teknolojinin hayatımızı değiştirme biçimi tıpkı kabaca 16.- 17. yüzyılda patlak veren modernite gibi oldu: Devrimlerin ve aydınlanmanın çocuğu modernite, önüne çıkan her engeli yok ediyor ve hızla yayılıyordu.
Arkadaş algısı ve arkadaşlığa dair pratikler ilerleyen internet teknolojisi, Web 2.0'ın ortaya çıkışı ve buna müteakip Sosyal Medya'nın açığa çıkmasıyla beraber bambaşka bir boyut daha kazandı. Tüm bunlarla beraber artık iletişim için cebimizde herhangi bir şey taşımaya da zorunlu değiliz – gittiğimiz herhangi bir yerde sadece bir bilgisayarın bulunması yeterli. Sonuç olarak artık dostluğun tadını biryerlerde birer kahve içmek, birlikte sohbet etmek gibi faaliyetlerle değil; bizi zamanın ve uzamın bağlarından özgürleştiren Web'in en son oyuncağıyla, Facebook aracılığıyla çıkarıyoruz: Birbirimizi dürtmek (poke), fotoğraflarımıza yorum yapmak, ve duvarımıza gerçek olmayan hediyeler göndermek.
 
Yaklaşık 20 senelik bir skalada, bir gerçeklik olarak “arkadaşlık” tecrübesinin farklılaşması ve kendine yeni bir gerçeklik kurgulaması işin fenomenolojik kısmı sayılabilir. Buradan sonra, ufak bir dip not halinde şunu belitrmek gerekiyor: Facebook'da “arkadaş” olarak eklediğimiz insanların “arkadaşımız” olup olmadıkları konusunda akademik bir konsensüs yok. Yani kullanıcıların bir kısmı, arkadaş olarak eklediği kimseleri özenle seçerek ekliyor; bazı insanlar ise sadece tanıdığı insanları bile arkadaş olarak ekleyebiliyor. Aslında konu Facebook olduğu zaman, neyin arkadaş olarak düşünülebilip düşünülemeyeceğini geleneksel perspektiften algılamak biraz zor. 


McLuhan'ın yaklaşımının epistemolojik varsayımına göre araç değişince toplumun iletişim biçimi de değişir. İnsanlar aracı aracın biçimlendirdiği amaç çerçevesinde kullanabilirler1. Benim de değinmek istediğim şey, bir iletişimin ve onun ürünü olan arkadaşlığın, araçların değişimine müteakip fiziksel bağlardan nasıl soyutlandığı ve bunların sonuçları. Zaman ve mekândan soyutlanan iletişimin içeriği, doğal bir sürecin sonucu gibi, kendisini güncele ve gündelik hayata dair şekillendirdi.2 Arkadaşlığın tecrübe edildiği yeni alanların ve pratiklerin ortaya çıkışı, ve bunlara istediğimiz zaman erişebiliyor olmak; yani arkaşlığı hayat anlatımızın geneline yayacak şekilde tecrübe etmek, bu iletişimin içeriğini de elbette değiştirdi. 
 
Facebook arkadaşlığı, arkadaşlığın spontane ve belirsiz boyutunu da değiştirdi. Facebook arkadaşlığına bir de Sembolik Etkileşimci perspektiften bakmaya çalışalım. Erving Goffman, “The Presentation of the Self in Everyday Life” isimli çalışmasında, günlük hayatı bir tiyatro sahnesinden etkilenerek çalışıyor. Buna göre günlük hayatta bir sahne (front), bir oyuncu, bir kulis (backstage), izleyiciler, dekor ve kostüm söz konusu. Erving Goffman sahneyi, bireyin izleyicilerle karşı karşıya kaldığı alanlar olarak tanımlıyor. Verili bir sahnede dekorun, kostümün ve davranışın (manner) birbiriyle uyum içerisinde olması gerekiyor. Eğer bunlar arasında bir çatışma varsa, aksiyon inandırıcılığını yitiriyor. Bu oldukça önemli bir bakış açısı, çünkü insanların benlik temsilleri, Facebook sayesinde Goffman'ın sahnesine gittikçe daha çok benziyor. Facebook üzerinde de, makyajımızı yaptığımız (veya bazen sildiğimiz – beğenmediğimiz bir fotoğrafı silmek gibi) bir kulisimiz, bir sahnemiz (Tüm Facebook iletişimimizi kurguladığımız alanlar, fotoğraf altları, duvarlar vs.) ve bir izleyicimiz (arkadaşlar) var. Artık, verili bir durumda temsil ettiğimiz benliğimze uygun davranışları sergileyebilmek ve kurgulanmış benliklerimizin inandırıcılıklarını net tutmak için elimizde bir andan daha uzun bir zaman birimi var.

Arkadaşlığın spontanelikten çıkmasından kastım da bu noktada, arkadaşlık tecrübesinin (fotoğraf altına yorum yapmak veyahut arkadaşımızın duvarıma bir şey yazmak gibi) artık bir kuliste nerdeyse tiyatral anlamda kurgulanmasından ortaya çıkıyor. Zamandan ve uzamdan bağımsızlaştığımız, ve “keyfe keder” temsillerimizi sunduğumuz bir ortamda sahnede oluşabilecek her türlü olaya karşı tedbirli durumdayız. Arkadaşlık açısından sahne, zaten belirli bir loop3 üzerinden kurgulanmakta, ve birbiriyle sık sık yer değiştiren izleyici ve oyuncu arasında heyecana, spontan bir duruma mahal vermeyecek şekilde yeniden üretilmektedir. 
 
Bunların akabinde Facebook temsilleri ve tecrübe edilen arkadaşlıklarının bir “text'e” dönüştüğünü de söyleyebiliriz. Bu konuda gene Sembolik Etkileşimci'lerden George Herbert Mead'in “I and Me” consepti düşünülebilir. Kısaca benliğin “me” hali, kişinin kendini dışarıdakilerin gözüyle görmesi olarak tanımlanabilir. Benliğin “me” hali, kısmen ego'ya benzetilebilecek “I” haline göre daha baskındır. Ancak Mead düşüncelerini kafasında geliştirirken, benliğin “me” halinin ayarlanabileceğini düşünmemişti herhalde. Örneğin “Me”, bir insanı toplum içinde abartı davranışlar sergilemekten men edebilir, çünkü bu durum utanılacak bir şey olabilir, ve kişisel saygınlığı düşürebilir. Kendisine bu davranışı sergilerken “başkasının gözünden” bakan kişi, farkında olmadan bu eylemi yapmama kararı alır. Facebook'da ise, “me” kurgulanabilir. Yukarıda, Facebook'daki benlik temsilleri üzerine söylediğim şeyler, bir yandan da kişinin kendi “me” fazının düzenlenmesi olarak düşünülebilir. Bir profil, kullanıcının izleyiciye gönderdiği bir mesajdır. Kullanıcı, kendisine “başkasının gözünden” nasıl bakılacağını ayarlar (adjust4).
Tüm bütün bunlar üzerinden arkadaşlığın, ve genel olarak da sosyal hayatın yeni dönüşümlerle nasıl da kurgulanabildiğini vurgulamak istiyorum. Türkiye'de bundan bir kaç sene öncesine kadar Sosyal Medya üzerine bir fikrimizin olmadığını düşünecek olursak ileride Sosyal hayatımızın Web 3.0 ile birlikte nasıl bir boyuta ulaşacağı meçhul. Ben, şahsi olarak sosyal hayatın gittikçe basitleştiğini, ayalanabilir olduğunu, yüzeyselleştiğini ve tabii ki elektronikleştiğini (bu anlamda da ruhsuzlaştığını, yersiz ve yurtsuzlaştığını) düşünüyorum, ve bunların dozunun daha da artacağına inanıyorum. Ancak bu durum benim için normatif bir çizgide bulunmuyor: Fenomenolojik olarak düşünüyorum, ve eski bir gerçekliğin yerini yeni bir gerçekliğe bıraktığını görüyorum.

1“Ağ Toplumunda Sosyalleşme ve Paylaşım: Facebook Üzerine Ampirik Bir Araştırma”, by Göksel Göker, Mustafa Demir, Adem Doğan, New World Sciences Academy 5 (2), 2010 pp. 184
2“Ağ Toplumunda Sosyalleşme ve Paylaşım: Facebook Üzerine Ampirik Bir Araştırma”, by Göksel Göker, Mustafa Demir, Adem Doğan, New World Sciences Academy 5 (2), 2010. pp.185
3Özellikle bu kelimeyi kullanma amacım, Loop'un elektronik müzik üretimindete fazlaca kullanılıyor olması, ve oluşan tekrarların dinleyiciyi gerçeklikten koparan bir trans hali için uygun bir zemin hazırladığını düşünüyor olmamdır.
4Adjust, tını olarak kulağımda daha teknik bir iz bıraktığı için bu pozisyonda kullanmayı daha çok tercih edebileceğim bir kelime.

Resmi İdeolojide Eşcinsellik



Muasır Medeniyetler seviyesine” ulaşmaya çalışırken Modernite'nin kuvvetli akıntısına kendisini kaptıran “Devrimci Türkler”, “batılı” ve “medeni” olmak hayali içerisinde çalışmalarını sürdürür ve devrimlerini gerçekleştirirken farkında olarak veya olmayarak Modernite'nin meşhur dikotomilerinin toplum tarafından da ideolojik temelde içselleştirilmesini sağlamışlardır. Modernite'nin en önemli sembolleri olan bu dikotomilerde ya siyah vardır ya da beyaz, ya iyi vardır ya da kötü, güzel veyahut çirkin, doğru veyahut yanlış, doğal veyahut yapay, en önemlisi de ideal olan veyahut ideal olmayan.

İşte Cumhuriyet'in kurucuları da, bir ulus yaratma gayreti içerisinde programlarını, tüzüklerini, eğitim kitaplarını, kongrelerini kendilerine göre en “ideal” olan şekilde hazırlar, Türkiye Cumhuriyeti'ne ve kendi görmek istedikleri Türk Ulusuna dair her türlü düşünce ve toplumsal yaşam tarzını toplum nezdinde de idealize ederken, Modernite'nin “Ulus Devlet” adındaki en büyük illüzyonlarından birinden feyz almışlar; bunun sonucunda günümüzde birbirinden gittikçe daha çok ayrılan, kutuplaşan, darbe yapan, darbe yiyen, savaşan, birbiriyle anlaşamayan, ana dilini konuşamayan, kendi dilinde hukuk bulamayan, eğitim alamayan, güvenle yaşayamayan, ibadetini ve dini vazifelerini gönül rahatlığıyla yaşayamayan, asimile olan, bu ülkenin nüfus cüzdanı üzerinden dahi doğduğu anda birbirinden ayrıştırılan, sadece kadın veyahut erkek olmalarına izin verilen, sevişemeyen, sevemeyen, fikrini paylaşamayan, komünist veyahut anarşist olamayan, öyle veya böyle bir şekilde devletten dayak yiyen bir takım özgün grupları; ulu, üstün, “çalışkan”,“zeki”, Laik, Müslüman, Sünni, heteroseksüel, hafiften muhafazakar ama ilerici (bunlar da ne demekse), ahlaklı, dürüst, Cumhuriyetçi ve hepsinden de önemlisi zaruren Atatürkçü bir Türk kimliği altında eritmeye gayret etmişler, ne var ki günümüzdeki sosyal gelişmelere bakılacak olursa bir hayli başarısız olmuşlardır.

Cumhuriyet'in mimarları; yani dönemin asker-bürokrat elit kesimi, toplum bilimcileri ve edebiyatçıları yukarıda değindiğim Türk kimliğini, şahsi fikrimce ilkin oldukça saf ve naif fikirlerle bir Ulus Devlet kurma hayaliyle oluşturma gayretindeyken Fransız toplum yapısından ve kültüründen de büyük ölçüde yararlanmışlardır. Anglo-Sakson ekolün aksine bu “Devrimci Türkler” de bireyin haklarını ve özgürlüklerini ön plana çıkartmak yerine, tıpkı erken dönem Fransız düşünürlerinden August Comte ve Emile Durkehim gibi aileyi toplumun en temel birimi olarak algılamış ve “Türk Ulusu'nu” da bu algıyı içselleştirecek şekilde yeniden üretme gayretine girmiştir. Aile de bir kurum olarak modernitenin hesaplamacı, ayarlamacı, ve kutuplaştırıcı aşırı rasyonel eğilimden nasibini almış ve bir takım fonksionyel (ve daha sonradan farkında olunmadan “doğal” olarak kodlanacak) “normlar” üzerinden yeniden tanımlanmıştır. Bu yolla aileye bireyi kontrol etmek, korumak ve kollamak yönünde idealize edilmiş toplumsal roller biçilmiş; bireyin özgürlüklerine ve haklarına ket vurma insiyatifi tanınmıştır. Toplumsal algı, bir kurum olarak ailenin “zaten böyle olması gerektiği” yönünde evrilmiş, bu özelliklerin de aile için özsel (essential) nitelikte olduğu konusunda karar kılmıştır.

Öte yandan gerek eğitim sisteminde gerekse herhangi bir medya aracında bugüne kadar kurgulanan ve kökleştirilen aile ve ilişki temsillerinde de erkeğin çalışmak ile kadının ise ev işleri ile çocuklarla ilgilenmek üzere vazifelendirildiğini ve bunun da “doğal” ve “normal” olarak nitelendirilip meşrulaştırıldığını görmekteyiz. Bu yazılı, işitsel, görsel, açık veyahut kapalı her türlü temsil üzerinden evliliğin yalnızca kadın ve erkek birlikteliğine dayandırılması, bu bağlamda heteroseksüel olanı “doğal-ideal” ve “normal” olarak kodlarken heteroseksüel olmayanı “norm dışı” veyahut patolojik olarak işaretlemekte ve dışlamaktadır.

Bütün bu kurgular, aynı zamanda erkek ve kadına birbirini bütünleyici toplumsal roller uydurmaktadır. Türkiye'deki toplumsal cinsiyet paradigmasına göre kadın ve erkek birbirinden farklıdır, iki cinsiyetin de üstesinden gelemeyeceği farklı durumlar mevcuttur ve bir cinsiyetin yetemediği noktada diğer cinsiyet ondan üstündür, böylece amiyane tabirle cinsiyetler arasında bir çeşit anahtar kilit ilişkisi kurgulanmaktadır. Kadın'ın güç gerektiren işlerde erkeğe ihtiyacı vardır, erkek ise kadın olmadan ayakta duramaz (her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır miti). Böylelikle kadının ve erkeğin birbirlerine ve topluma karşı fonksiyonları veyahut daha resmi bir dille “görev ve yükümlülükleri” bir takım “olagelmişlikler” ile tarihsel olarak da meşrulaştırılmakta ve kanunlaştırılmaktadır. Bu sırada kullanılan sorgulanamaz değerler ise din, gelenek ve “insan doğası” mitosu olmuştur. 

...


(( Akademik sebepler nedeniyle çalışmamın sadece giriş kısmını yayınlıyorum ))