12 Aralık 2012 Çarşamba

Çamur

İki hata yaptın; biri erken davranmaktı, diğeri ise geç kalmak.
İki koskocaman yol uzandı önünde,
arında ne olduğunu bilemediğin.
Aceleciliğin aldı götürdü seni
yollar yerine topraktan zemine.
Ben çamura batacaksın, yapma dedim,
Dinletemedim kendimi sana,
Aklın almadı,
Kafan basmadı,
Oldurmak istemedin,
Çünkü yürüyen ayaklar, koşan bacaklar yalnızca senin olsun
İstedin
Sen yolları bile tercih etmedin,
Koştun.
İlkin hiç farketmedin fakat
Ardından giydiklerine gözün ilişince
Gördün kendi üzerindeki çamurdan pisliği,
Korkuverdin KENDİNDEN
Halbuki tam da ivmeni yakaladığını zannediyordun,
Çamurun seni yutamayacağını zannediyordun,
Ardından üzerindekileri nasıl temizleyeceğini sormaya başladın,
BANA,
GENE,
Cevabım yollardan birini tercih etmen olurdu, fakat
Onları da ardında, uzaklarda bıraktın
Hem çok zaman geçti,
Belki yollar karla kaplandı,
Belki ben kapattım o yolları,
Sen çamurun ortasında kaldın,
Pisliğinden dolayı kendine bile bakamaz,
Özen gösteremez hâle düştün belki de,
Çamurun ortasında, Çölün ortasında...
Nereye gidebilirsin?
Nereye kadar ilerleyebilirsin?
Hangi yöne gideceksin?
Artık gücün de kalmadı,
Seni oralarda gören, bilen de yok.
Bir ben varım;
Fakat belli ki,
Artık ben de değilim seni oradan çıkaracak kişi.
Canım istemiyor.




20 Kasım 2012 Salı

Özlem



Yazmak her zaman iyidir. Ne kadar çok özlemişim. Yazmayı değil. O'nu. Çok, çok özlemişim hem de. O gidene kadar farketmedim. Arkasını dönüp uzaklaşmaya başladığı anda dank etti her şey, ağır, sismik. Çok fena ağlayasım var, biraz çarpıntı. Mutsuzluğa dair hisler değiller aslında. Özleme dairler. 

Neyi özlediğim ise oldukça ilginç. Sanıyorum ki (sanrı*) O'nun ile ilgili kafamda idealize ettiğim uzgörülerimi özlüyorum. Varlığını da özlüyorum ve var olmaması acıdan ziyade bir rahatsızlık oluşturuyor(muş). Ama O'nun ile var olanlardan ziyade onunla var olabilecekler esas özlemi oluşturuyor. Bu kadar kısa olmamalıydı. Olmamalıydı değil aslında, -meli, -malı eklerini bu tip konularda (aslında hemen hemen hiç bir konuda) çok sık kullanmamak gerekiyor sanırım. Ne bileyim. Neden böyle hisseder insan? 


Sevmeye açık olmak, sevmek güzel şey elbet. Sevgi gerçekten yük müdür? Neden olmasın? Yüktür demeye dilim varmıyor, ama her geçen zaman, her geçen tecrübede bunu daha iyi gözlemliyorum. Evrensel olarak bir yük diyemem, belki de karakterle ilgilidir - yük ve dozajı. Ama bende bir yük oluşturuyor. Beynim boşaldı adeta. Şu an tek yapmak istediğim yatıp uyumak. Reset atmak kendime. 


Bedensel olarak da çok ama çok özlemişim. Şu anda tek özleyebildiğim ve arzuladığım insan o bedensel anlamda. Başka birisi girmiş olsaydı, O'nu da böyle özler miydim? Özlerdim elbet -- girebilmesi için özleyebileceğim biri olmalıydı değil mi? 


Özlem bu durumda aslında önemli bir nokta oluşturuyor. Aşk'ı kurgulayan nedir? Özlem olabilir mi? Özlem. Görmek ve görünmek arzusu, hissetmek, yaşamak bilfiil. Fiziksel varlığını yaşamak, ruhsal yaşantıyı bundan distile etmek. Var olması, ruhundan da önemlisi, yanında, yakınında bulunması. Orada olmak, orada birlikte olmak. Yanımda. Ve varoluşu benim varoluşumdan bağlarını kopardığı anda, uzaklaştığı anda onunla birlikte yok olmak, görünülürlüğün tükenişi. Anathema dinliyorum, kendime not düşeyim. 


Bu hisleri hiç sevmiyorum, ama insan gerçekten doğuştan arabesk bir canlı sanırım. Acıyı seviyoruz. Acı çektiğimi iddia edemem, o kadar da değil. Gerçekten o kadar da değil. Fakat; gaayet "iyi olduğum" gerçeği bir tarafa, özlem... Özlem, acıdan ziyade ağır. Bayağı ağır. Özlem, insanı en güçsüz olduğu zamanlarda, elimizden avucumuzdan hiç bir şey gelmediği zamanlarda vuruyor, kalleşçe. Olmayacak duaya amin dediğimiz anda, olmayacağını bile bile. Olsa güzel mi olur kötü mü olur, onu bile bilemediğimiz, kestiremediğimiz, hesaplayamadığımız anlarda özlem, sinsice yaklaşıyor, can sıkıyor, mutsuz ediyor, huzursuz ediyor. Sahiplik anında özlem kendine güç topluyor, sahipliğin yok olduğu ilk fırsatta saldırmak üzere. (Bu şarkıyı çok seviyorum: Anathema - Closer -- Tüylerim diken diken oldu bile. Güzel yükseliyor şarkı)


Şarkı güzel yükseliyor gerçekten  de. Yazdıkça da hissettiklerim yükseliyor. Bu yükselme hali, insanın zihnindeki ambivalent durumun yazının, cümlelerin ve kelimelerin içerisinde adeta somut bir hale dönüşmesi ile orantılı. Baktıkça hatırlatacak, aktarılabilecek, paylaşılabilecek bir metne dönüşüm süreci. Yükseliyor. Ama yumuşuyor da aynı zamanda her şey. Yazmak iyidir, söylemiştim.


Son zamanlarda yazım tarzımda kritik dönüşümler gözlemliyorum. Herkese her fırsatta pazarlayıp durduğum dertsiz tasasız pozisyonum kendi içine çökmüş, yepyeni bir hal almış. Kendimi ürettiğim her alanda ortaya çıkıyor sanki. En azından ben, bunu gözlemleyebiliyorum. 


Yanlış anlaşılmak istemem aslında. Özlem'e yukarıda her ne kadar oldukça kuvvetli bir vurgu yapış olsam da, bunu her zaman hepimiz bir şekilde yaşıyoruz - yaşayacağız. Özlem, her seferinde bir süre sonra yeniden gizlerin arasına saklanıyor. Detaylardan fışkırıyor, kokuda, bakışta, bir kaldırımda karşısına çıkıveriyor insanın. Bu şartlarda karşılaştığımız özlemi biz yendik zannettiğimiz her an, özlem başka şekillere (adeta grip gibi) karşımıza çıkıyor. Bize her seferinde, istisnasız; üstesinden gelmemiz için farklı açılardan saldırıyor. Özlem karşısında kazanılan her zafer, bir yeni mücadelenin zeminini hazırlıyor. 


Farkettim ki A Natural Diseaster bayağı ağır bir albüm. Bayağı. Daha önceki bir 

yazımda da iki büklüm yazmaya çalışmıştım. Birşeyin o kadar ağır gelmesi ki, bir süre sonra o ağırlık hissini fazlaca kanıksamak ve onun kaybolup gitmesi, vücuttan ve zihinden sökülüp alınması - soyutlaşması, ve en nihayetinde yok olması. Tamamen? Sanmam. Gizlenmek lafını sanırım üç beş defa kullandım bu metinde. 

Tarzım diyordum. Anlamlı bir bütün oluşturma gayemi adeta sıfırlamış gibi hissediyorum. Yazılarım içe döndükçe, içimi dışarıya aktarma amacına büründükçe (rahatlamak için) anlamlı bir bütün oluşturabilme ihtimalinden de soyutlandı ve aynı insan zihni gibi, ruh gibi, kainat gibi ambivalent bir pozisyona ulaştı belli ki. Karman çorman; anlaşılması, aktarması güç. 


Üşümek ve titremek çok ilginç. Bunun ne kadar ilginç olduğunu algılayabilecek, ölçüp biçebilecek kadar çok tecrübe ettim kendisini. Psikolojik üşüme. Neden üşürüz? Özlem, neden soğuktur, yaz sıcağında bile? Aşk neden sıcaktır? Aşk ve özlem denen iki kavram, bu kadar iç içeyken kendilerini bedende yeniden üretiş biçimleri neden bu kadar kopuk, ayrık, farklı? İlginç değil mi? Zihnim, evhamım kendi kendine tansiyonumu nasıl düşürebiliyorsa -- yani düşüncelerim bedenimi nasıl da ben farketmeden kontrol edebiliyorsa bu da öyle bir şey belli ki. Zihnim bedenime sirayet ediyor, tepki gösteriyor. 


Daha önceden söylemiştim bunu (ingilizce), zihinsel oyunların kurbanıyız sanki. Zihnimizin kontrolü ne kadar mühim? Bna bayağı kilitmiş gibi geliyor. 45 dakika olmuş gideli (Kendime not: saat 15:46). 


45 dakikadır titriyorum içten içe. Açık olayım. Bayağı da korkuyorum: Bunu O'na okutmak istiyorum. Ama üzülsün istemiyorum. Okutmayacağım. Okutmadığım zaman yazmanın alemi ne öyleyse? 


Sanırım yazmaya devam etmeyeceğim bunu. 


Bunu, yani özlemi yazmaya devam etmeyebilirim, ama yazmak isteyebileceğim başka (benzer) şeyler var tabii. 10 Kasım 2011 de yazdığım bir notu buldum. Gene Starbakstaydım, santralde. (Anathema - A Natural Disaster -- ablanın sesi neden bu kadar güzel?) Biriyle tanışmıştım o gün. Akabinde panik olup kulaklığımı kırmıştım. (!) O zamanlar "O" kişisi, bir başka kişiydi, ne ilginç! Bu sefer başka bir "O"'ya hitap etmiştim. Neden diye sormuşum. Hatta demişim ki, bir gün gelecek ve kendi kendine bu saçmalıkları yazdığın için güleceksin. Millete akıl verirken çok iyi bilader, ama iş dönüp dolaşıp kendine gelince 16 yaşımdan farksıza dönüyorum bazı bazı. 16 yaşımda bu tarz hisleri yaşayabilecek bir fırsatım olmadığı için sanırım, 2011 sonundan beri bu saçma ergenlikleri tecrübe ediyorum. Geç olsun güç olmasın. (Gelecekteki über bana not: Hiç zannettiğin gibi değil; gayet de güç oluyor). 


Halbuki ne gerek vardı? Gerçekten. Ne gerek vardı? Düzenin bozulmasına ne gerek vardı? Alışkanlıklarımı değiştirmeyi gerçekten hiç ama hiç sevmiyorum. İğrenç bir şey bu benim için tabii. Ama yapacak birşey yok, ne diyebilirim ki? "Ben böyleyim" çok rahatsız edici bir motto olsa da, bu mottoyu taken for granted kullanmayacak kadar kendisini sorgulayabilen, değiştirmeye ve dönüştürmeye çalışabilen - kendine dışarıdan bakabilen ve eleştirebilen bir insan olduğumu düşünüyorum. Bunca düşünsel eyleyişin ardından ben, "ben böyleyim" diyebilecek pozisyondaysam, eminim ki kendi sınırlarımı zorlamış ve yapabildiğimi yapmışım. Ama bunu söylerken bile kendi kendimi pışpışlıyor olabilir miyim? Kendi huyuma gitmek gibi. (Abla şöyle diyor bir yandan kulaklıklarımdan: "you just slipped through my fingers")


Allah! Flying başladı! Ne kadar çok çalardık bunu. Can, söylerdi, ben çalardım. O sikindirik miksere mp3 çalar bağlardık, dinlerdik, triplere girerdik. Çalması çok keyfliydi nedense. Her seferinde (şu anda bile) tüylerim diken diken oluyor. İnsan gerçekten "mutsuzluktan" keyif alıyor. Her şey güzelken mutsuz olabilmekten. Kaçacak yeri olmayınca, mutsuzluk keyifli bir şey değil tabii. Ama kaçacak yerimiz varken, imkanımız (tabletim şapkalı a yapmama izin vermiyor ya, kızıyorum) varken her şey için, insanların gıpta edebileceği bir hayatımız varken, insan mutsuz olmaktan, acı çekiş halinden ve bunun "sergilenmesinden" tabii ki, büyük keyif alıyor. İçten içe bir tatmin. Okutmayacaksam ne anlamı var yazmanın? Belki o'na değil, ama birilerine. Çoğul. 


Buraya kadar okumuşsan, her kimsen, eyvallah (şarkı en güzel kısmına evrildi ve ben her zamanki gibi mutsuz şarkıdan mutluluğu distile edebilecek kıvama geldim, çünkü yazdım, akıttım ve rahatladım). Daha da yazabilirim ama artık 23 yaşında ergenlik yapabilmekten de utanacak raddeye gelmeme ramak kaldı. Otomatikman, o mutsuzluk, ümitsizlik halini, görüntüsünü, imajını yok etmek için (Kendime not: Bazen Uğur Kömeçoğlu gibi konuştuğumu düşünüyorum) kendimi koruma mekanizmalarımı devreye sokuyorum ve kendimi gayet "normal" hissetmeye başlıyorum. Dikkatini çekerim, iyi değil. Normal.


Normallik süper bir şey bence. İyi olmak, bir kutbu sergiliyor, kötü olmak başka bir kutbu. Kutupları sevmiyorum. Orta yolu bulmak, orta halli olmak, sakinlik, sükunet. Normal şeyler işte. İyi olmak "kötünün var olmaması" gibi bir anlama geliyormuş sanki, ve ben o haleti ruhiyeyi anlamsız buluyorum -- Ying Yang. Siyah ve beyaz. Edebiyat romantik dikotomiler olmasa ne yapardı bilemiyorum. Ben de ne yapardım? Kötü var olmadan iyi olamaz. Kötü ve iyinin bir aradalığı, "normal" olma halini tanımlıyor bence. Diğer her iki seçenek te eksik bir hissiyat oluşturmaları bir tarafa, doğa ve akıl dışı geliyor kendini sorgulayan zihnim açısından. Normalliğimi sekteye uğratan şey, "işlerin normal oluş halini" nasıl tanımladığım ile ilgili, o yüzden "normal" hissedebildiğimi iddia etmiyorum, son 1 seneyi aşkın süredir. Benim normallik tanımımda halen eksik olan bir takım öğeler mevcut. Onları bir düzene sokarsam her şey daha "normal" olacak sanırım.


Ne farkeder? Ben halen özlüyorum.

  
20 Kasım 2012. En son metinden 1 yıl on gün sonra. Başlangıçtan (bitiş) ise birazcık daha sonra. 

25 Eylül 2012 Salı

Tarifsizlik.


Dokunsan bi bana neler fışkıracak ruhumdan, haberin yok. O kadar çok kelime, o kadar çok an, o kadar çok his, o kadar çok soru ve o kadar çok cevap geliyor ki zihnime; bütün bu "o kadar çoklardan" anlamlı bir metin oluşturabilmek; artık beynimle bile değil, salt ruhumla ancak algılayabildiğim anlamı sana izah edebilmek adeta imkânsız bir hâl alıyor. Kayboluyorum, anlar, hisler, sorular ve cevaplar okyanusunda. 

İlginçtir ki, kaybolmayı seviyorum bi yandan. Yaşadığım yoğunluk göğsümden dışarı fırlamak istiyor sanki, yukarı çekiyor bedenimi. Gözlerim gökyüzüne doğru yöneliyor. Hissettiğim, algıladığım fakat bir türlü izah edemediğim, edemeyeceğim bu şeyler adeta bir ritüele dönüşüyor benim için. Tanrılara "bereket" için sunulan bir "kurban" gibi: bir yandan ruhumu beslemek için diğer taraftan ruhumun kanını akıtıyorlar. Daha da çok karışıyor zihnim ve ben gene ne diyeceğini bilemez bir halde buluveriyorum kendimi. 

İşte bu gibi anlarda, tanımlayamadığım hislerim ve içinde bulunduğum ve aydınlık mı karanlık mı pek de belli olmayan saçma ritüel, varoluşumun bütün zayıf noktalarını izleyiciye teşhir ediyor adeta. Öyle ki içine girdiğim varlık ile yokluk arasındaki meçhul uzamda, meçhul bir forma sahip olarak, meçhul ve kimi zaman kendime dahi izah edemediğim gaip düşünceler etrafında dönüp duruyorum. Bütün bu farazi hâl, bi yandan fiziksel varlığımı fiziküstü bir düzlemde var ediyorsa da diğer yandan beni "gerçeklik" diye tanımladığımız bütün alanlarda çok daha zayıf kılıyor. İçine istemsizce düşüverdiğim bu soyut hâlin neden olduğu çift kutuplu keyif ve acı hisleri, diğer taraftan söylem, anlamlandırma ve dışavurma yetilerimin bana adeta kifayetsiz geldiği bu gaip ve geçici durum gerçek uzamda hâlen daha etten ve kemikten durup duran vücudumu tarifi mümkünatsız sıkıntılara ve evhamlara gark ettiriyor. Bedenim bu noktada zihnimden bağımsızlığını ilân ediyor. Neşe ile öfkenin birbirine bir türlü karışmayan ama birbirine sarılıp sarmalanmış bu aslında oldukça anlamsız hâlleri; en nihayetinde beyazların, güzelliklerin arasından sıyrılıp bana bir acı nesnesi olarak ulaşıyorlar ve ben, artık tarif edemediğim, hissettiremediğim, sadece benim anladığım ve bildiğim bir yığın hissin yanında, bir de bütün bunların neden olduğu dev bir acı ve hüzün ile de baş başa kalıyorum. 
En nihayetinde genellikle oldukça kısa bir süre boyunca yaşadığım ve tarifi mümkünatsız olsa  da ısrarla tarif etmeye çalıştığım bu ruh hâli, beni sana söylemek istediğim envai çeşit nosyon ile birlikte yapayalnız bırakıyor. 

Ben gene yutkunuyorum. 

4 Eylül 2012 Salı

Ne yapıcaz be Kâmil?


 Az önce arkadaşıma sordum da, aklıma geldi. Ben nası yaşiycam lan böyle.

Durumlar kötü. Son 2, 3, 5 ay içinde çok sıkıntı durumlara girdim çıktım. Aslında eften püften şeyler, ama bende sıkıntı yaratıyor. Durumu kötü yapan şey de bu. Eften püften şeyler beni mahvediyor.

Sanırım, ama sanırım bir anksiyete bozukluğu problemim var. Gittikçe de ağırlaşıyor gibi geliyor. Aşırı ve sürekli evham hali var mesela. “hahah, çok güldük kesin başımıza bişey gelecek” inancının adeta yandan yemiş bir versiyonunu yaşıyorum. Mesela otobanda araba kullanırken aklıma zank diye bi düşünce geliyor, diyorum ki şimdi diyorum bi anda kendi kendime direksiyonu tam sağ kırsam ne olur? Süratim 100. Ölürüm herhalde diyorum. Peki bunu yapmama engel olan ne? Şu anda bi anda kendi hayatımı ve muhtemelen başkalarının hayatını 3-5 adet kasım ve bu kasıma belli sinyaller gönderen bi beyin mi kontrol ediyor diye soruyorum. Anında beynim görüntüler peydahlıyor, kaza sahneleri; dostlarımın, sevdiklerimin, ailemin hâli, hastaneler, koşturmacalar, telefonlar; neler neler! Ve anında bir çarpıntı basıyor beni, sol göğsüm inanılmaz derecede ağırlaşıyor, sanki kilo kilo içeriye kürekle taş dolduruyorlar. Sancılar artıyo, çarpıntı, nefes alış verişim hızlanıyor ve ben “aha çarpıntı geldi” dediğim anda; yani o çarpıntıyı realize ettiğim anda o çarpıntı daha da ivmeleniyor: Bu sefer beynim geçmişteki tecrübeleri gereği “ulan tansiyonum düşmesin? Şimdi araba kullanıyorum, tansiyonum düşer bayılır gidersem valla kaza yaparım” falan diyip bütün olayın içine daha çok sıçıyor ve gene zihnimde hastaneler ve dostlar ve gene “aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor” laflarını işiten ailemin ilkin “bişey olmamıştır” diyerek bir süre eve gelmemi bekleme hali ve ardından benden hala haber alınamaması nedeniyle içlerine düşecekleri iğrenç sefil durum ve (inşallah bişey olmamıştır yönündeki) duaların adeta kabul olmama haliyle birlikte benim gitmiş olmam fikri. Benim süratimi düşürüp bütün konsantrasyonumu yola verip kafamı dağıtabilmek için 2 saniyede bir bütün dikiz aynalarımı kontrol etmeye girişmem, arabaların plakalarını falan okumaya çalışmam veyahut ne bileyim; beni gerçekliğe kavuşturabilecek herhangi bir dal aramam ve bütün bunların aslında tam olarak benim zihnimin peydahileri olduğunu adım gibi biliyor olmama rağmen (ve zaten oldukça mantıklı düşünebilen bir insan olmama rağmen) bir türlü o zihin dünyasının zincirinden kurtulamam; bütün bunlara mütakip kendime daha çok acımam, keyfimin daha çok kaçması vesaire vesaire vesaire.
Neyse ki bugüne kadar başıma kötü Bir şey gelmedi bu şekilde. Sakinleştikten sonra sırılsıklam buluyorum tabii kendimi terden merden. İlginç, ne zaman ki otobandan sapıyorum Sabiha Gökçen sapağına; o zaman rahatlıyorum. Arabalı olaylardan girdim devam edeyim mesela: Birine demişim ki saat bilmemkaçta seni şuradan alıcam demişim. Marşa basıyorum, hayvan gibi erken çıkıyorum yola zaten sıkıntı olmasın diye. Bu sefer beni tamamen saçma şeyler alıp götürüyo; orada nereye çekerim arabayı, oraya girerken şöyle sert bi viraj var bak orayı unutma, birileri gelip rahatsız eder mi arabanı koyma buraya diye, arabada mı beklesem yoksa bi yere çekip dışarıda mı beklesem, birileri acaba arabanın başında olmazsam camımı falan kırar mı (memleket şerefsiz dolu), belki lastiğimi falan indirirler bi de onla uğraşmak gerek, boşver sen iyisi mi arabada otur... Belirsizlik o kadar geriyor ki beni, ben gideceğim yere kadar tetikte gidiyorum. Ne zaman ki arkadaşımı alıp varacağımız yere varıyoruz, ben kontağı kapatıyorum; o zaman işin büyük kısmı bitiyo. Bu sefer de ben arabama geri dönene kadar “acaba bişey olmuş mudur, acaba biri çizmiş midir, acaba bi binadan saksı düşmüş müdür” diye akla hayale gelebilecek her türlü ihtimali ISRARLA aklıma getirip evham yapmak suretiyle çarpıntı peydahlıyorum kafamda. Okulumun otoparkına bile bıraksam arada sırada güm diye bi fikir iniyo aklıma, bir görsel, bişey; ve geriliyorum. İstiklalde yürüyosam 10 dakikada bir çantamı kontrol ediyorum, arabanın anahtarlarını aldım di mi diye veyahut her seferinde bunu yaşadığımı bildiğim için arabayı kilitleyip kapıları kontrol etmiş olmama ve kendi kendime “bak, kitledik tamam mı, açılmıyor işte, unutma” dememe rağmen “ulan acaba kitledi miydim ben bu arabayı ya” diye gerilir buluyorum kendimi.
Sonsuz bir evham halinin sadece arabalı günlerimle ilgili olan kısmından bahsetmiş bulundum ki bu sadece olayın minik bir parçası. Dün mesela. Saat 19:00'da telefonumun şarjı bitti. Arkadaşlarım geleceklerdi, onları bekliyordum. Beynim başladı hemen: “Acaba ne yaptı bunlar... İşlerini hallettiler mi? Gelirler di mi birazdan? Söylediklerinden bi yarım saat erken henüz. Kırk dakikaya falan gelirler. (yarım saat sonra) Gelmediler. Nerdeler acaba. Ulan daha kesin evden bile çıkmamışlardır. Belki de bi aksilik oldu bana ulaşmaya çalışıyorlar, ulaşamıyolar. Kesin öyle oldu. Onların da aklı bende kalmıştır. Gidip şarj istesem mi? Ama burada şarj yok ki. Türksele giderim? Gidemem, burada bekliycem sizi dedim. Beni bulamayıp giderlerse ne olacak? Off.” Al sana eften püften çarpıntı. Tık tık tık tık diye başlıyo hemen şerefsiz. Biraz daha kurcalayınca içinden daha büyük şeyler çıkıyo. Ve çok ilginç bir şekilde bazen adeta mazoşist bir edayla beynim “aha çarpıntım var, acaba başka zamanlarda nelerden dolayı çarpıntı oluyorum” diye kendi kendine sorup seneler önceki (neyseki hafızam çok iyi değil) defterleri açıyor, atıyorum bana gayrımeşru çocuklar hayal ediyor veyahut bir anda artık göremediğim dostlarımdan birini bir uyuşturucu batağına falan saplıyor kendi kendine. Ben gene ölüp ölüp diriliyorum olduğum yerde.
Sokakta sevdiğim kadınla kol kola yürüyorum ve o kadar “alert” bir haldeyim ki DAİMA, “ülkücüler gelip dövmesinler lan? Of bugün maç varmış, olay mı çıkar? Biri sevgilime laf atarsa ne yaparım lan? Saldırır mıyım? Lan salak, sen ne anlarsın kavgadan. Mecbur duymamazlıktan geleceksin – neyse ki klasik erkek triplerim yok. Artık İstanbul da güvenli bir yer değil, bomba momba olur lan buralarda... Hay şu istiklal caddesinde polislerden de sıkıldım, tabancaları da bize doğru duruyo kendi kendine ateş alsa...” deeerken, HOOOP! Sevgilimin başından saplanmış bir makineli tüfek mermisi ve benim suratımın kanlara boğulduğu bir sahne capcanlı karşıma geçiveriyor ve ben kendimi çarpıntıların en büyüğü içerisinde hayal ediyorum; çaresiz, ve deli gibi ağlıyor sevdiği başından vurulmuş Eren, etrafta çığlıklar ve insanlar koşuyor ve ben yüzümü sevdiğimin kanına boğuyorum (ve yazarken bile ağlıyorum anasını satiym) ve bütün hayatım mahvoluyor ve bir daha asla sevemiyorum ve bir daha asla bilmemne ve bir daha asla başka bir bilmemne, şudur budur, arabesk arabesk saçmalıklar, ve o anda (neyse ki) yanımdan dürtüyor sevgilim bütün tatlılığını gözlerinde toplamış: “eren, iyi misin?”
Evet iyiyim. Hep iyiyim zaten. İyi olmazsam herşey daha da kötü olur gibi geliyor. Kötü olduğunu söyleyemiyosun. Kötüyüm demeyi düşündüğüm anda süper beynim performansından ödün vermiyor ve benim için üzülen, endişelenen bir sevgili portresi çiziyor; ardından zamanı bir nefes gibi geçirip bir süre sonra benim bu evhamımı (haklı olarak) çekemeyen birine dönüştürüyor sevgilimi ve biz kavga gürültü ayrılıyoruz ve ben gene “o gün bu gündür bi daha sevemedim” adamları oluyorum ve gene yalnız kalıp ölüyorum vesaire, vesaire, saçma sapan. Kötü olduğunu söyleyemeyince ne oluyor? Paylaşamıyorsun. Paylaşamayınca içine tıkıyorsun sürekli. Sürekli o içine tıktığın tamamen FARAZİ saçmalıklar silsilesi, iki gün sonra bambaşka bir alakasız ortamda bambaşka rollerde seni yiyip bitirmek için adeta hazırlanıyorlar ve o kadar başarılılar ki, tam doğru zamanda doğru yerde ortaya çıkıp bütün keyfimi kaçırıyorlar. Bir çoğu ise artık karakterime ve davranışlarıma işlemiş biçimde ve beni engelliyor, zihnimi darlıyor, ruhumu kapatıyor; korkak, çekinik, edilgen bi insana dönüştürüyor.
Şikayet edemiyorum. İnsanlara kızamıyorum. Laf edemiyorum. Hiç bişey. Birine kırılsam bile gururumun içine sıçıp yutuyorum o kırgınlığı. Neden? Çünkü hoşuma gitmeyen bir x'i ifade ettiğim anda karşımdakiyle tartışmaya başlayacağımı, karşımdakinin de yeter ulan dediği bir hali canlandırıyorum gözümün önünde. Bunca zamandır aynı sırayı, aynı müziği, aynı hayatı kimi zaman paylaştığım birini bir daha göremeyecek olmak fikri geliyor aklıma. “Eren çok yanlış yaptı” diyor yeni arkadaşlarına. Ben “yanlış yapan” olarak tanınıyorum. Ben silinmiş oluyorum. Birini kaybetmiş oluyorum, ama kimse beni kaybettiği için üzülmüyor oluyor. Beynim olası senaryoların en kötüsünü her zaman hazırlayıp önüme sunuyor! Sevilmeyen Eren, önemsenmeyen Eren, yalnız Eren. Aptal Eren, dar görüşlü Eren, insanları bıktıran, darlayan, küt kafalı odun Eren. Eren ileri Eren geri. Benim beynim üretiyor. Benim beynim susmuyor, ben atıyorum içeriye hüüp diyerek, susuyorum karşımdakine.
Tartışamıyorum ki kimseyle? En ufak bir gerginlik, ama en ufağı; bir yanlış anlama olsun, bir imalı laf olsun, herhangi bir saçma sapan şey anasını satayım lan, normalde karşılaşsan hiç siklemeyeceğin birşeycik bile olsa, anında pıt pıt attırıyor kalbimi ve devamını anladınız zaten artık sanırım. Nabzımı yükselten herşeyden uzak duruyorum adeta. Koşunca bile mesela kalp atışlarım hızlanıyor ve ben ısrarla “anaa kalbim hızlandı lan, aynı çarpıntı gibi” diyip bi anda çarpıntıya dönüştürüyorum ve bu sefer yolda koşarken kalp krizi geçirtiyorum kendime, çünkü senelerdir tatlıları yiyorum, ve her yerim ağrıyo zaten ve ben kesin hastayımdır, bi doktora gitmem gerek ama bi doktora da gidemiyorum çünkü hastanelerden geriliyorum, o yüzden kesin hastayım lan ben, birazdan da düşücem, insanlar toplanıcak ve falan ve filan ve çıldırıyorum.
Çıldırmıyorum tabii. Geçiyo. Çoğu zamanım gülerek eğlenerek geçiyor. Ama belli kodlar var kafamda onları kıramıyorum. Alkollü danslı ortamlarda geriliyorum, artık babamın bile süratli kullandığı araçta geriliyorum, tartışınca geriliyorum, sınıfta biri “hocam ama bu arkadaş şu an düpediz ayrımcılık yapıyo” denilince geriliyorum, her türlü anlaşmazlıktan, huzursuzluktan, tekinsizlikten geriliyorum ve ben; her seferinde daha daha daha çok itiliyorum kabuğuma ve artık Yaşlı Eren olarak dalga geçiliyorum ve “gençliğinin tadını çıkaramıyor” oluyorum ve ayak uyduramıyorum ve ayak uyduramadığım için ortamı bozan, sıkan, darlayan; pür bir gazla “hadi abi şunu yapalım” dendiğinde şaka olduğunu bildiğim halde 2 dakikacık ciddiyetimi bozmayıp “aman abi, onun şöyle tehlikeleri var tavsiye etmem” falan diyip muhabbetin içine sıçıyorum, kendimin içine sıçıyorum falan filan.
Peki soruyu tekrar soruyorum. Ben, böyle nasıl yaşiycam lan? Şimdi yeni modam bu. Beynim bu ara bunla çok meşgul. Sokakta rahat yürüyemezsin, bi anın tadını çıkaramazsın, sürekli evhamdan panikten insanlara, sevdiklerine konsantre olamazsın, aşırı derecede sakin olmasını istediğin hayatın seni dostlarından sevdiklerinden uzaklaştırıyor, e hasta mıyım değil miyim diye doktora, psikoloğa gitsem ortam beni deli gibi geriyor, ondan da korkuyorsun; bi dişimi çektirsem düşüp bayılıcam; ulan altı üstü sahnede önünde yanıp sönen ışıklar nedeniyle kendini bi anda uyuşturucu alıp sahneye çıkmış ve filmin biraz ilerisinde sahnede bayılıp düşüp ölecek adam gibi hissediyosun ve çarpıntı başlattırıyosun ve adeta bu durumdan güç bela paçanı ayılıp bayılmadan kurtarıyorsun! Onu yapamıyosun, bunu yapamıyosun! Bi gün pankreasım patliycak, götümde çıban çıkıcak, ne bileyim böbreğim çürüyecek çünkü yalın ayak geziyorum, veya akciğerlerim dolacak yaz kış donla geziyorum! AMELİYAT OLCAN LAN BELKİ Bİ GÜN, ne yapıcan? Sana anesteziyi verirken ne yapacaksın? Gözlerin bozulacak, çizdirmek isteyeceksin, lokal anesteziyle yapamazsın ki sen onu? Masada kalırsın vallahi çarpıntıdan. Anestezi geçecek belki sonra o iğrenç his, vücudun ağırlaşması, kendini bilememek, yiyememek içememek hali belki, iğrenç şeyler ve gene gerginlik gene sıkıntı.
Ne yapıcam olum ben?