8 Kasım 2011 Salı

Mahalli Vakvaki





Yazacak birşey bulamamak bazen çok sıkıcı olabiliyor. İçimden bazen öyle bir yazmak geliyor ama yazamıyor, yazamıyor, yazamıyorum. Konular, temalar arasında kayboluyorum; sanki çok önemli şeyler bunlar...Halbuki burada bir ördeği yazmak ne de hoş olurdu?
Beyaz tüylü bir ördek mesela. Yok yok, çok da beyaz olmasın aslında. Biraz hırpalanmış olsun bu ördek. Kahvehanede arkadaşlarıyla bir kaç el okey döndürmüş, şansının bugünlerde pek te yaver gitmediğini tekrar tekrar kendine itiraf ettikten sonra masayı terk etmek istemiş. Sonrası ise Haydar'ın işi... O Haydar yok mu... Sen gel, bizim bu beyazlığı bu andan itibaren 15 - 20 saniye ancak devam edebilecek ördek ayağa kalkar kalkmaz falçatayı kemerden çıkar, doğrult bizim ördeğe, vay efendim masadan oyun bitmeden kalkılır mıymış!.. Bizim ördek mahallenin delikanlı ördeklerindendir, öyle lagalugaya gelir cinsten değildir hani ya, masayı yuvarladığı gibi sarıl haydarın boynuna, ama nafile. Danışıklı dövüşün ördeklerde pek yaygın olduğu bilinir, diğer oyuncular anında tekme tokat girişiver bizim ördeğe. Karizmaya bir reset, kestaneye iki çizik; hoş, canından olmamış ya ördek, ona şükür. Sokağa atıvermiş kendini...
O haydar yok mu, deyyusların deyyus ağasıdır. Okeyde tavlada üstüne yoktur. Öyle bir oynar ki, kahvehaneye girenin dibinden şırıngayla kanını alır, almadan sokağa salmaz. Masaya atılan Birinci paketeri, saman kağıda sarılmış başlık paraları, bu paralarla kurulan karaköydeki Alev abla hayalleri. Bir keresinde mars ile aldığı bir oyunda tavlayı rakibin kanadının altına sokunca olaylar çıkıvermiş, rakip tarafından bir güzel pataklanmıştı ki, ertesi günü haydar, herifin bacısıyla nikahlanmış, anasıyla bir münasip münasebetlerde bulunmuş da kadıncağızın evini kendi üstüne yaptırtmış idi, evet, hemen ertesi günü.
Mahallede kimse sevmez Haydarı. Kimse önünden, yanından, kıyısından geçmez. Bi korkudan, bir de ter kokusundan. Geçmek zorunda kalırsa da iki el ayak öpme numaraları, "abimsin, canımsın, bacım sana emanet" ayakları derken paçayı kurtardığına dua eder adam. Kırçıllı kuyruğu, çatık kaşları, gagasında mahalle bakkalından zorla alıp yaktığı “Birinci”si ile karşı konulamazdır.
O haydar yokmu, deyyusun deyyus ağasıdır. İşte gene deyyusluğunu hiç çekinmeden sergilemiş, kendi lehine gitmiş ve gidecek olan oyunu uzatmak için bizim ördeğin delikanlılığı yerlere çalmış, reset tuşuna ardı ardına basmaktan vazgeçmemiştir. İşte bizim delikanlı ördek, o hezamet ve hezeyan dolu 15- 20 saniyenin hemen akabinde, mahallenin taş sokaklarında bunları düşünüp duruyor. Şimdi eve gidecek, garip anası, turuncu topuklu bacısı ne diyecek, neler diyecekler idi. Hele karşı konaktaki Meliha. Neler düşünecekti kim bilir? Kim bilir bu zamanlara kadar içinden onun hakkında neler düşünmüş, ne delikanlılıklar hayal etmiş idi. Kim bilir, kendisini onun koynunda, dizi dizinin dibinde nasıl da hayal etmişti. Şimdi ise "erkeği" hırpalnmış tüyleri grileşmiş biri olup çıkacaktı karşısına.
Kafasında hayallerle evine geldiğinde kahvaltı çoktan hazırlanmış, yenmiş; akabinde iki dişi ördek; anası ve bacısı, çoktan örgü örmelere oturmuş idi... Zehra, bacısı henüz 15 ine yeni basmış kısmet hayalleri içerisinde bir ters bir düz yaparken, kalp kalbe karşıdır, anası da sonunda kızını hayırlı, gagası kuvvetli, delikanlı, iyi bir aile evladına verip gözü arkasında kalmadan öbür dünyaya göçme niyetlerinde bulunmaktaydı. Tabi bu isim mahallenin tek delikanlısı Haydar olabilirdi. Ancak çarşıya pazara çıkarken görebildiği bu delikanlı, ona kızı münasebetiyle her daim "anacım" demiş, çarşıdan aldığı yemleri böcekleri evine kadar bırakmış, bu yaşlı ördekceğizin de sevgisini ve güvenini toplamış idi... Yaşlı kadıncağız Kızını haydara vereceği düşüncesi aklından geçerken iğneye ipliğe farkında olmadan daha bir sıkı sıkıya sarılıveriyordu...
Kimselere birşey farkettirmeden odasına girip üstünü başını temizledi, gagasıyla kendisine haydardan bulaşmış olan bitleri pireleri üzerinden attı… Avludaki küçük derecikte yıkandı, silkelendi ve sofaya geçti. Hayallerden, bir ters bir düzlerden kendisinin geldiğini farketmemiş olan annesi ve bacısına şöyle bir göz attı, ve sonra aklına birşey gelmişçesine iki kelime dahi edemeden kendini tekrar sokağa atıverdi.
Bir sigara yakıp mahallede yürümeye başladı. Önce bitçi dükkanından geçti, selamını verdi, karşılığını alamadı. Sonra kahvehaneye geldi. İçeri girip girmeyeceğini düşünürken mekanın camından kendisine doğru ışıldayan altın bir diş gördü. Haydarın meşhur dişi.
Bu diş yalnızca haydar pis işler peşideyken ışıl ışıl ışıldar, geleni geçeni ürkütürdü. Garip yaşlı ve genç dişi ördekler ise bu altın dişe neredeyse taparlar, o dişi gördükçe "erkeğim" diye hönkürürlerdi.
Neyseydi, zaten kahve de bu aralar pek sıkıcıydı, girmeye değmez, değil miydi... Kafasında düşünceler ile Taş yollarda yürümeye devam etti.
Delikanlılığı havalarda uçuşuyordu kafasında. Bu böyle kalmazdı. Haydar, yaptığı deyyusluğun karşılığını mutlaka alacaktı. Ama nasıl alacaktı? Onu dövseydi mesela? Yok yok,  olmazdı, olmazdı çünkü onu ancak teke tekte dövebilirdi, bu da mahalledeki imajına hiçbir yarar sağlamazdı. Teke tek dövüşmeleri için ıssız bir adada falan bulunmaları gerekirdi, aksi halde bütün mahalle korkudan Haydarın tarafını tutacak, gene hırpalanan, dövülen, resetlenen kendisi olacaktı. Onu başka türlü alt etmeliydi...Evet, onu öyle bir halletmeliydi ki...
Kahvehaneye hızır gibi girdi. Parlayan dişin gagası kapanıverdi, ayağa kalktı. Ne işin var buralarda diyecek gibi olduğu anda bizim ördek tavlayı aldığı gibi masaya oturdu. Haydar, işi hemen çaktı. Bu Delikanlı bozması ördek, onu kendinin en güçlü olduğu oyunda devirip Delikanlılığını geri kazanacak, ayrıca mahalleyi de aklı sıra kendisinden kurtaracaktı.Hahaydı,   Yoktu öyle ya ma...
İlk oyunu bizim ördek aldı.İkinci, üçüncü ve dördüncüyü de bizimki aldı. Bütün mahalle kahvehaneye doluşmuş, sığmayanlar camlara gagalarını dayamışlardı. Haydar ise hiç renk vermeden oynuyordu. Bahisler çoktan bizimkinin üzerine kapanmıştı. Sigarlar, başlık paraları ilk başta haydar üzerine yatırılmış, sonra dört galibiyetin üzerine bizimkine çevirilivermişti. Son oyunda da bizimki üst üste düşeşleri atıyor galibiyete doğru emin adımlarla ilerliyordu... Anası delikanlı oğluyla iftahar edecek, meliha erkeğinin göğüs tüylerine başını yaslayacaktı. Bütün mahalle şen şakrak olacak, Haydarın yenilgisi kırk gün kutlanacaktı... Ama unuttuğu birşey vardı. Haydarın altın dişi son oyunun son demlerine gelindiği anda pırıl pırıl parlamaya başladı ve oyunu öyle bir şekilde mars a döndürdü ki bizimkinin feleği şaştı. Hemen bahisler Haydarın üzerine döndürüldü. İkinci mars ta gelince oyun bir anda eşitleniverdi. Bütün mahalle susmuş, komşular, genç kızlar pencerelerden oyunu seyreder olmuştu...
İşte tam bu anlarda bizim ördeğin aklında kendisine doğru uzanan bir kanat vardı… Gittikçe yaklaşan bir kanattı bu, kanadın öteki tarafında kendisine doğru gülen bir gaga, içinde parlayan bir altın diş vardı. Parlıyor, parlıyordu. Havada uçuşan zarlar, hızlı hareketlerlerle oradan oraya kayan taşlar birer silüet mizacında oynaşıp duruyordu... Çevresinde kendine doğru bir yaklaşan bir uzaklaşan ifadeler, gülücükler, aşağılayıcı bakışlar; dönüyor dönüyor ve dönüyorlardı. Terliyordu. Ama Haydarı alt edecekti, kesinlikle edecekti. Onu bu oyunda yenecek, bütün mahalleye bir cümbüş hediye edecek idi... Ama o diş... O diş parlamaktan usanmıyordu… 
O haydar yok mu… Deyyusun deyyus ağasıydı, evet… Haydar öyle bir oynar ki, adamın dübüründen şırıngayla kan alır, almadan sokağa salmazdı…


(( 2007 )) 

Geçmiş

Keyifli değilim.


Bomboş vakit geçiriyorum. Twitter falan açtım, internet bağımlılığımı daha da kötü bir düzeye yükseltmek için. O derece. Hiç keyifli değilim.


Bu gece de uykuya dönecektim, ama sanırım biraz dikkat çekmek istiyorum - Twitter üzerinden "goodbye cruel world" şeklinde The Wall filminden bir kesit paylaştım. Tam bilgisayarımı kapatacaktım, Facebook'tan bir notification geldi. Bir anda kendimi mesaj kutumda buldum facebook'da. Mesajlarıma bakarken 2008'e kadarki mesajarımı buldum. 


Kimlere neler neler yazmışım...


Keyifli değilim.


Bana sorsan, dikkat çekmek falan değil tabii derdim. Ama içten içe ilgilenilmek istiyorum sanırım. Yani, bu kendime dışarıdan objektif bir şekilde baktığım zaman böyle anlaşılıyor. Aslında herkes ilgilenilmek ister. 


Gerçekten, keyifli değilim. 


Yani aslında gene de piyasada bulup bulunabilecek en neşeli insanlardan biriyim. Keyifsiz olmama rağmen bir çok insana taş çıkartırım. Öyle dramatik acınası bir durumum falan yok. 


Keyifli değilim, ama bir şeyler farkettim mesaj kutumda. Hayatta ne kadar yol aldığımı farkettim. Anılarımı silmişim, ve bunu tercih etmişim resmen. En yakın arkadaşıma bir açıklama metni yazmışım mesela uzun uzun, bir olay olmuştu emin değilim ve bana çemkirilmişti biraz, ve ben bir açıklama yapma ihtiyacı duymuştum. Ama hiç hatırlamıyorum. Kendi yazdığımı görmesem inanmayacağım resmen böyle bir olayın var olduğuna. 


Sonra ilk ciddi ilişkim ile ilgili yaşadıklarıma dair bir sürü belge var. Geçirdiğim sinir krizleri falan. Fotoğrafları silmişim öfkeyle. Sonra tekrar bir araya gelmişiz. Sonra gene ayrılmak falan, saçma sapan işler. 11 tane ders bıraktığım dönem işte. İğrenç olaylar... Hayata ve ilişkilere dair algım ne kadar da olgunlaşmış? Hem demişim ki, "dudakların olmadan yaşayamam, ne olursa olsun"! Ah be oğlum, tutamayacağın sözler neden veriyorsun? 


Kendime baktığım zaman eşiğimi çok net görebiliyorum. Anılarımı silmiş olabilirim, ama 11 dersi neden bıraktığımı çok iyi biliyorum. Düşününce hala daha içim fiziksel olarak titriyor. O dönem zangır zangır titrediğimi çok net hatırlıyorum. Ömrümde öyle bir titremeyi hiç yaşamadım, hiç!


Küçüklüğümden beri, kendimi öyle bir ideale tutturmuşum ki (nitekim bu idealin hâlâ peşindeyim!), o idealin çizgisini bozacak en ufak bir şey beni derinden sarsmaya yetmiş. Ama görüyorum ki, eskiden daha zayıf ve çelimsizmişim. Bugün çok daha güçlüyüm. Bu kendini kandırmak değil, gayet objektif birşeyden bahsediyorum. 


Keyifli cidden değilim.
Ancak eskilere bakmak bir garip oldu. İyi mi oldu, kötü mü oldu hiç bilemiyorum. Ama bi garip oldu, onu biliyorum. Gerçekten unutuyorum. Unutmuşum. Unutuluyor. Ama yazdıklarıma şöyle bir baktığım zaman; kinlerimi ve aşklarımı, öfkemi ve neşemi, heyecanımı ve donukluklarımı aynı o gündeymişim gibi hatırlayabiliyorum. 


Çok ilginç.
Keyifli değilim, ama kendimden ve ne istediğimden eminim. 
Kaç kişi 2-3 senede böyle bir yol alıyor ki? 
Teşekkür edilmesi gereken birileri var. 
Teşekkür ederim. 



4 Kasım 2011 Cuma

Hayvan

Az önce, yani tam olarak 04.11.2011 günü saat 21:23'de bir köpeğe tekme atan bir adamın fotoğrafını gördüm Facebook'da.


Altta yazan yorumları tahmin ediyorsunuzdur, ama gene de bir iki alıntı vermek niyetindeyim:


- hangisi köpek? şu durumda?
- böylelerini biyere sıkıştırıcan 20-25 kişi köpek gibi dövsc-cen (bu abi çok yanlış gelmiş zaten)
- HaNGisi KopeK SİZCE !
- küfür etmek istemiyorum ama hayvanları çok seviyorum. ama orada hayvan hangisi belli değil? o.ç tam ya.




falan.


Ya şimdi şu 4 adet yorumdan nereye varacağımı kestirmek konusunda şu yazıyı okuma zahmetine girmiş herhangi birinin sıkıntı yaşayacağına inanmıyorum, nitekim eğer giydirmezsem çatlayacağım.


Arkadaşlar. Şimdi biliyoruz ki, modern tıp canlıları daha rahat çalışabilmek için benzerliklerine göre bir kaç farklı sınıfa ayırıyor. İşte bitkiler, tek hücreliler falan filan. Bu sınıflardan konumuzu ilgilendirenler de "İnsanlar" (homo sapiens) ve de "Hayvanlar" (animalia (?)).

İnsanlığın hayvanlara göre daha farklı bir evrim gösterdiğini biliyoruz. Ayrıca eğer Dünya üzerinde total bir canlı sınıfını düşünürsek, insanların egemen olduğu ve kendi hegemonyasını kurguladığı bir düzende yaşadığımız da apaçık karşımıza çıkar. Bu ahval ve şeraitte Dünya üzerindeki bir çok insan topluluğu (hepsi değil, dikkatinizi çekerim) kendini hayvanlardan üstün görmektedir. Böylece "hayvan" deyişi bir çok kültürde adeta bir hakaret niteliği taşımaktadır. Bu konuda güzel Türkçe'miz de bize sayısız nimet sunmaktadır. Bu nimetlerden bazıları; it, ayı, dana, eşşek, öküz, maymun, deve, hayvan, kerkenez, fil vs. olmakla birlikte, zaman zaman şakayla karışık zaman zaman da birfiil işaret edilen kişiyi aşağılamak için kullanılırlar. Tıpkı erkek egemen kültürlerde kadının ve kadınsallığın her fırsatta aşağılanması ve bir dalga konusu olarak görülmesi gibi. 

Şimdi efendim, hayvan severlik güzel şey. Şahane hatta. Nitekim şu yukarıdaki yorumlara bakıverin bi zahmet. Bakın bakın. 

.. 
...
.....

Ne yazıyor? "KÖPEK GİBİ DÖVMEK GEREK" yazıyor. Yani bir kere "köpeğin dövülüyor olmasından" rahatsız olan arkadaş köpeği döven elemanı "köpek gibi" dövmek gerek diyor. Söylemin gerçekliği kurguladığını öğreten Fuko amcadan yola çıkarsak bu adam "köpeklerin dövülebilirliğini" bir cümlede meşrulaştırmıyor mu? 

Peki ya "HANGİSİ HAYVAN" diyen eleman, bu elemanın köpeğe tekme atmasını meşru kılan "insan > hayvan" paradigmasına işaret etmiyor mu? Hayvanları "her türlü kaba kötü şeyi yapan canlı" olarak nitelendiriyor, ve hayvanları koruma gayreti içerisindeyken kendi cinsinin hegemonyasını yeniden üretmiyor mu? 

"HANGİSİ KÖPEK" diyen abimize de seslenesim var. Ya kafanız mı güzel? Yani bu saçma eylemi gerçekleştirmesi gereken kişi bir köpek bu abinin sözlerine göre. Ancak "köpekler" kendi cinsinden olmayanların kafasına tekme atar, biz insan olarak (yani bilinen en üstün, aklını ve mantığını kullanabilen, üretebilen, yalnızca içgüdüleriyle yaşamayan über bir canlı sınıfı olarak) bu tarz "köpeklikleri" sergilememeliyiz. Bu mu? 

Sizce böyle abesle iştigal eden yorumlarla hayvanları koruyor muyuz? Onları böyle mi çok seviyoruz? Bu mu yani?
Hatta bence daha temel bir soru var: 

Hayvanları neden koruyoruz? 

Hatta ve hatta daha da önemlisi, lütfen kendinize bir sorun: 

HAYVANLARIN NEDEN KORUNMAYA İHTİYAÇLARI VAR?

İyi düşünün.