6 Aralık 2010 Pazartesi

İstanbul'u Yaşamak - Part II

Okul hayatım, hiç birşeyi düzeltmiyor hayatımda. Tam tersine o sabah soluduğum, ciğerlerimi yakan sis gibi, daha da apaçık gösteriyor İstanbul'un köhneliğini ve küflerini; kendi haline bırakılmışlığını ve Orhan Pamuk'tan alıntıyla, hüznünü.
Orhan Pamuk o hüznü seviyor olabilir, ama ben nefret ediyorum bu hüzün muhabbetinden. İstanbul'un hüznü. Bana tam da bu köhneliği yumuşatmak ve sempatik kılmak için kurgulanmış bir şey gibi geliyor bu hüzün muhabbeti. Hüzün; (öyle sanıyoruz ki) köhneliğin damakta bıraktığı kekremsi tadı yok edecek. Fakat bu rahatsız edici hissi yok etmek için ne kadar onu başka kelimelerle süslemeye çalışırsak çalışalım, gerçek apaçık sırıtıyor: Köhne işte bu İstanbul, köhne!
Sabah saat dokuz civarlarında Silahtar'a ayak bastım. Söz konusu Silahtar olunca, benliğimin elitist fazının ne idüğünü belirleyemediği insanlarla dolu bir otobüsten inmiş olmaya sevinmek biraz zor oldu benim için. Bu tip durumlarda her zaman yaptığım gibi ilim irfan insanı kimliğimi kuşanıp herşeye olgusal bakmaya çalıştım o gün de, ancak bu sefer başarısız oldum.
Deli gibi de rüzgar esiyordu. Sis ortadan kalktı ve bana; yapıları ve isyankar ağaçları, dumandan kendini kaybetmiş gökyüzünü ve buruk rengini daha net görme olanağı verdi. Etraf tepelik, ve beton. Betonların arasında duvarlarla arkadaşlık etmiş tek tük ağaçlar var. Yolun göbeğinde kocaman bir çukur açmıştı vergilerimiz, ve trafik bütün Silahtar'ı dumana boğmaktan haz alıyordu. Tam da o sırada, bulunduğum durağın yanındaki apartmanda genç bir kız evinin halısını pencereden silkiyordu. Zavallı ciğerlerim bu seferde elalemin ayak kokusunu kattı kanıma.
Yedi tepeli canım İstanbul'um! Her milletin hayran kaldığı, uğruna peygamberlerin kelâm ettiği, medeniyetler beşiği, Türk milletine bir nimet İstanbul! O gün İstanbul, beni bilmemkaçmilyonluk bir komün halinde kelimenin tam anlamıyla “içine ettiğimiz” altın boynuzuyla, ve iğrenç kokusuyla karşıladı, gene... Ciğerlerimi mis kokusuyla açtıktan sonra ona bu methiyeleri düzenlerin zihinlerini ne kullanarak uyuşturdukları sorusu geldi aklıma. Kendi kendime “dalga mı geçiyormuş bu bıyıklı, fesli mesli adamlar bizimle”, “hiç mi yaşamamışlar İstanbul'da, hiç mi görmemişler İstanbul'un ne beter bir yer olduğunu allasen“ gibi şakalı sorular sordum, biraz açılırım diye. Nitekim gülümsemedim bu sefer kendime.
Omuzlarım gene yukarıda, bir elim cebimde ve ben yüzbinlik, ikiyüzbinlik arabaların yanından yürüdüm okuluma, altın boynuzun tezeği eşliğinde. 


... 

4 Aralık 2010 Cumartesi

İstanbul'u yaşamak - Part I

  Ömrümde ilk defa o denli kuvvetli bir sis gördüm o sabah. Siyah, kadife pardösümün ceplerinde ellerim, filmlerdeki artistler gibi omuzlarımı kaldırmış; ayaklarımın birbirini kovalamacısını takip ederek yürüdüm. Beynimde her zamanki gibi bir şarkıyı mırıldanıyordum, ama bu sefer yeteri kadar heyecanlı bir tınısı yoktu ezgilerin. Kasvet, zihnimde oluşan notalardan distile oluyordu ruhuma. Sis öyle kuvvetliydi ki, adımlarımı yerleştireceğim yerleri zar zor kestiriyordum. Beraberinde yakıcı bir duman kokusuyla gelmişti sis ve ben kendimi doğalgazın henüz kullanılamadığı dönemlerde izbe sokaklarda yürüyormuşum gibi hissediyordum.
  Ciğerlerime soluduğum hava, beynimde tam olarak köhneliğin tanımını kurguluyordu. Benliğimin derinliklerinden gelenlerle bütünleşip anlam kazanıyor, kendi kendini her bakışta, her nefeste yeniden üretiyordu beynimde; köhnelik. Yoz, yolsuz, adi bir his... Diğer tarafta ise zihnim, binbir türlü görüntüyü peydahlıyordu. Bir zamanlar beyaz olan bir duvar, çamur, rutubet, ve artık beyazların yerine silik yeşillikler, sarılar, kahverengiler. İçeri girmeye çalışırken klozete veyahut insanda iğrençlik hissi uyandıran seramik duvarlara sürünmek zorunda kaldığım umumi tuvaletler...
  Bindiğim otobüs sis kadar kötü değildi, ancak yeteri kadar yorucuydu. 2010 yılında hâlâ gelişmişliğe dair herhangi bir şeyden nasibini alamamış bu pek gürültülü aygıtlara, balık istifi bile değil; kağıt toplayıcı gençlerin dev çuvallarına, çuvalın tepesine çıkıp zıplayarak kağıtları sıkıştırdıkları gibi bindik, dev bir güruh olarak. Otobüste oksijen seviyesi düştükçe ben terlemeye başladım, terledikçe de kaşınmaya. Dizimin arkası kaşınabilirdi mesela, veya dirseğim, veyahut kabalarım; rahatça ulaşamayacağım herhangi bir yerim. Elimi, tutmak zorunda olduğum üzerindeki kırmızı boyası silinmiş ve leş gibi metal kokan demirden çektiğim anda, cılız bir korna sesi eşliğinde ani bir fren gelecekti tabii ki ve ben birilerinin üzerine düşmek zorunda kalacaktım. Yerinden kımılda(ya)madan düşmek.
  Böyle zamanlarda otobüsten inmek de her zaman ayrı bir olay olmuştur benim için. O gün de nefes ile buğulanan camlar dışarıya dair bütün irtibatımı koparttı; beni teyzelerle, amcalarla, kulaklığından yayılan sesin farkında olmayan gençlerle ve kasıklarını bir başkasının kabalarına dayayan iri yarı adamlarla başbaşa bıraktı. İçgüdülerimle varacağım durağa yaklaştığımı anladığım zaman bütün o kalabalığın içerisinden hangi insanların benim ineceğim durakta inebileceklerini tahlil etmeye başladım. Sonuç genelde yarılması gereken bir kalabalıkı; hem otobüsün içerisinde, hem de “İNİLİR” yazan kapılardan içeriye doluşmaya çalışacak insanlar nedeniyle; otobüsün dışarısında... İndiğim otobüs bana öyle güvensiz geldi ki; her zamanki gibi, bir cepçiliğe kurban gitmiş olabilirim hissiyle otobüsten iner inmez cüzdanımı, telefonumu, anahtarlarımı ve hatta saatimi kontrol ettim; ve bunu otobüs duraktan ayrılmadan yaptım ki, bir sıkıntı var ise otobüse yetişebileyim.
  Otobüsten inişimde sert bir rüzgar karşıladı beni. Terli vücuduma okyanus dalgları gibi çarpan bu rüzgar (rüzgar çeşitlerinden hiç bir zaman anlamadım) beni hasta olma endişesine sürükledi, ve terleyeceğimi bile bile beni önümü iliklemek zorunda bıraktı. Okula varana kadar kullanacağım ulaşım araçlarında üşümek ve terlemek arasında zigzaglar çizdim. Ancak bana öyle geliyor ki İstanbul'da ulaşım hayatımı kendi başıma idame ettirmeye başladığım günden beri bu rahatsız duruma bir bağışıklık geliştirdim ve vücudum bu sıcak\soğuk oyunlarını artık pek de garip karşılamıyor... 

.... 

14 Ekim 2010 Perşembe

Dönüş

Şu an bizden çok uzaklarda bulunan (google earth falan kullanarak kilometre hesaplayıp böyle çok cafcaflı ve dokunaklı bir cümle hazırlayabilirdim ama uğraşmadım) sevgili dostum Onur, beni "Eren Bey'in nasıl olduğunu" tekrar kendi içimde tartışmaya açmaya yönlendirdi geçen gün. Bir nevi cesaretlendirdi diyebilirim.


Ben de dostumun beni cesaretlendirmesi üzerine öncelikle biraz düşünmeye başladım. Düşündüğüm şey, Eren Bey'in nasıl olduğunun Sosyal Medya'da yayınlanmaya değer nasıl bir boyutunun olduğu idi. Neden insanlar Eren Bey'in nasıl olduğunu merak ediyor olabilir?


Aslında hali (Kendime not: Kubuntu da şapkalı a kullanamıyormuşum, şimdi farkettim) hazırda gerçek anlamıyla Eren Bey'in nasıl olduğunu "merak" eden, böyle bir ilgi içerisinde olan bir okurumun olduğunu düşünmüyorum. Şu anda durum "aa hacı, bak Eren'in blog'u varmış, hadi takip edelim ama hiç okumayalım" cinsinden birşey. Ha yok, bunu kötü manada söylemiyorum. Sadece şu anda "TAKİP EDİLECEK" bir ürün ortaya dökmüyorum. Sorun sende değil, bende kafaları.


Neyse, dediğim gibi, oturup biraz düşündükten sonra bazı taşları yerine oturtmanın, ve bunu sizinle paylaşmanın vakti geldi dedim kendi kendime.


Evvela, Eren Bey'in nasıl oluşu somut, kendi özellikleri açısından belirgin ve tanımlanabilen bir kimlikten ziyade; daha soyut, muğlak, sınırları belirlenemeyen, karakter özellikleri tam da tahlil edilemeyen ve birden fazla kişinin; bu anlamda da bir topluluğu, toplumu veyahut sınırları geniş bir toplumun içerisinden bir kesimi tanım kümesi içerisine alan bir kimlikler silsilesinin nasıl oluşu ile ilgili diye düşünüyorum. Böylece bütün bu yazma mevzuu daha eğlenceli, daha ilgi çekici, belki daha didaktik veya daha septik bir hale kavuşabilir.




Hal böyle olunca geriye, muğlak bir kimlikler silsilesinin "nasıl olduklarını" (bu anlamda Eren Bey'in nasıl olduğunu) anlatacak ürünün içeriğine dair bir tanım yapmak kalıyor.


Tamam fazla kasıntı oldu. Kısacası, bugün atıyorum futboldan konuşurken (baştan söyleyeyim, bu blogda futbol olmayacak. Örneklem kümemizde futbolla ilgilenen kimse yok, malesef), yarın da demokratik yönetimlerde ordunun rolü üzerine birşey yazmak, hani çok da abes olmasa da biraz karmaşıklık ortaya çıkartıyor gibi geliyor bana. O yüzden daha stabil (!) bir konsept üzerinden yola çıkmak, zaten piyasadaki bir çok blogger'ın da farkettiği ve uygulamaya koyduğu üzere çok daha akılcı bir yöntem.


Şu anda bu stabil konsept üzerine birşeyler kurgulayamıyorum. Ama zaten bir çok zaman, birşeleri kurgulamak o şeyin auratik, spontane hatta "sacred" özelliğini yok ediyor diye düşünüyorum. Tabi bütün bu blog olayı ne denli auratik falan olur hiç bilmiyorum. Ama olsun. Maksat laf olsun.


Evet, düşündüm de, bütün maksadım(ız) laf olsun torba dolsun.

9 Şubat 2010 Salı

Succubus *

"Sonra bir gün gelir ve sen,
Sadistik duygularının kulu olursun. "


...


Yeni kurbanın bu sefer kim olacak?...


Umursamazlıktır seni güçlü kılan? Birilerinin üzerine basıp yükselmek, ve altındakinin doğrulmaya çalışmasıdır...


Anılar? Geçmiş? A dostum - bunlar zayıflar içindir. Senin gelecek ve geçmiş ile ilgili hiç bir tasavvurun yoktur. İstediğin an istediğine karar vermektir senin rolün...


Karşındakinin yoğun duygularıdır seni besleyen, ve her geçen gün daha kudretli kılan. İtiraf et...
Karşındaki sana ne kadar aşıksa, o gün geldiğinde alacağın keyif o kadar fazladır.


Hatta bazen sırf bu yüzden kapalı kapılarını da açarsın onlara, gizlerini gösterirsin, sana dokunmalarına, seni hissetmelerine izin verirsin... Bilirsin ki bir erkek seni hissettikçe sana daha çok bağlanır...


Tüm kozlarını oynarsın ona. Elinden ne geliyorsa. Her sabah uyandığında yeni metodlarla çıkıverirsin kurbanının karşısına.
Bazen kendini "bu sefer ona ne yapsam" diye düşünürken farkedersin.
Ardından,
Bir gün huysuz olursun.
Ertesi gün muayyen.
Bir başka zaman ona aşık olduğunu söylerken,
10 dakika sonra "çık hayatımdan" diye bağırırsın.
Sabah iyisindir, akşam kötü.
Akşam iyisindir, sabah kötü.


Git-gel'ler yaparsın, onu sana uyum sağlamaya zorlar, alışmasını sağlarsın.


"Sonra bir gün gelir ve sen,
Sadistik duygularının kulu olursun. "


...




* "Succubi draw energy from men to sustain themselves, often until the victim becomes exhausted or dies" - Wikipedia.

1 Şubat 2010 Pazartesi

Pişmanlık

Utanmasam, "hayatıma nasıl sıçtın" diye belgesel çekerdim.


Oyuncularımdan biri cadalozun teki olurdu.
Diğeri ise bir ahmak.


Utanmasam, gerçekten "hayatıma nasıl sıçtın" diye bir otobiyografik yazı dizisi yayınlardım.


Kelimelerimi dizişim, ajitasyona her ne kadar mahal vermeyecek şekilde olsa bile halimi gören oturur ağlardı.


İnan ki utanmasam, "Hayatıma nasıl sıçtın" konulu söyleşiler, paneller düzenlerdim.


Panele gelen gençlerin yüzleri, yaşayacaklarının korkusundan bembeyaz kesilirdi - aralarından gelecekte yaşayacaklarındansa intihar etmeyi tercih edecekler çıkardı.


Utanmasam, "hayatıma nasıl sıçtığını" doğan bebeklerin kulaklarına okurdum - akıllarında kalsın, aynı bokları yemesinler diye.


Utanmasam "hayatıma nasıl sıçtın" isimli konsept albüm yapardım.


Manowar'dan daha gaz, Anathema'dan daha bunalımlı, Gülben Ergen'den daha iğrenç olurdu melodileri.


Harbiden ama, Utanmasam...


Utanmasam, hayatına sıçabilirdim.




Hangisi sana tanıdık geliyor?
Pantolonumu mosmor ettiğin gün mü?
Beni travmalara gark ettirdiğin gün mü?
Her gün beni aşağılamaya çalıştığın gün mü?
Beni kandırdığın, bana yalan söylediğin, arkamdan işler çevirdiğin gün mü?
Bir sözünün ötekini tutmadığı, sürekli oynak ve kaygan olduğun gün mü?




BANA BAKIN!
BEN BU DÜNYANIN AR SEMBOLÜ OLMALIYIM!