4 Aralık 2010 Cumartesi

İstanbul'u yaşamak - Part I

  Ömrümde ilk defa o denli kuvvetli bir sis gördüm o sabah. Siyah, kadife pardösümün ceplerinde ellerim, filmlerdeki artistler gibi omuzlarımı kaldırmış; ayaklarımın birbirini kovalamacısını takip ederek yürüdüm. Beynimde her zamanki gibi bir şarkıyı mırıldanıyordum, ama bu sefer yeteri kadar heyecanlı bir tınısı yoktu ezgilerin. Kasvet, zihnimde oluşan notalardan distile oluyordu ruhuma. Sis öyle kuvvetliydi ki, adımlarımı yerleştireceğim yerleri zar zor kestiriyordum. Beraberinde yakıcı bir duman kokusuyla gelmişti sis ve ben kendimi doğalgazın henüz kullanılamadığı dönemlerde izbe sokaklarda yürüyormuşum gibi hissediyordum.
  Ciğerlerime soluduğum hava, beynimde tam olarak köhneliğin tanımını kurguluyordu. Benliğimin derinliklerinden gelenlerle bütünleşip anlam kazanıyor, kendi kendini her bakışta, her nefeste yeniden üretiyordu beynimde; köhnelik. Yoz, yolsuz, adi bir his... Diğer tarafta ise zihnim, binbir türlü görüntüyü peydahlıyordu. Bir zamanlar beyaz olan bir duvar, çamur, rutubet, ve artık beyazların yerine silik yeşillikler, sarılar, kahverengiler. İçeri girmeye çalışırken klozete veyahut insanda iğrençlik hissi uyandıran seramik duvarlara sürünmek zorunda kaldığım umumi tuvaletler...
  Bindiğim otobüs sis kadar kötü değildi, ancak yeteri kadar yorucuydu. 2010 yılında hâlâ gelişmişliğe dair herhangi bir şeyden nasibini alamamış bu pek gürültülü aygıtlara, balık istifi bile değil; kağıt toplayıcı gençlerin dev çuvallarına, çuvalın tepesine çıkıp zıplayarak kağıtları sıkıştırdıkları gibi bindik, dev bir güruh olarak. Otobüste oksijen seviyesi düştükçe ben terlemeye başladım, terledikçe de kaşınmaya. Dizimin arkası kaşınabilirdi mesela, veya dirseğim, veyahut kabalarım; rahatça ulaşamayacağım herhangi bir yerim. Elimi, tutmak zorunda olduğum üzerindeki kırmızı boyası silinmiş ve leş gibi metal kokan demirden çektiğim anda, cılız bir korna sesi eşliğinde ani bir fren gelecekti tabii ki ve ben birilerinin üzerine düşmek zorunda kalacaktım. Yerinden kımılda(ya)madan düşmek.
  Böyle zamanlarda otobüsten inmek de her zaman ayrı bir olay olmuştur benim için. O gün de nefes ile buğulanan camlar dışarıya dair bütün irtibatımı koparttı; beni teyzelerle, amcalarla, kulaklığından yayılan sesin farkında olmayan gençlerle ve kasıklarını bir başkasının kabalarına dayayan iri yarı adamlarla başbaşa bıraktı. İçgüdülerimle varacağım durağa yaklaştığımı anladığım zaman bütün o kalabalığın içerisinden hangi insanların benim ineceğim durakta inebileceklerini tahlil etmeye başladım. Sonuç genelde yarılması gereken bir kalabalıkı; hem otobüsün içerisinde, hem de “İNİLİR” yazan kapılardan içeriye doluşmaya çalışacak insanlar nedeniyle; otobüsün dışarısında... İndiğim otobüs bana öyle güvensiz geldi ki; her zamanki gibi, bir cepçiliğe kurban gitmiş olabilirim hissiyle otobüsten iner inmez cüzdanımı, telefonumu, anahtarlarımı ve hatta saatimi kontrol ettim; ve bunu otobüs duraktan ayrılmadan yaptım ki, bir sıkıntı var ise otobüse yetişebileyim.
  Otobüsten inişimde sert bir rüzgar karşıladı beni. Terli vücuduma okyanus dalgları gibi çarpan bu rüzgar (rüzgar çeşitlerinden hiç bir zaman anlamadım) beni hasta olma endişesine sürükledi, ve terleyeceğimi bile bile beni önümü iliklemek zorunda bıraktı. Okula varana kadar kullanacağım ulaşım araçlarında üşümek ve terlemek arasında zigzaglar çizdim. Ancak bana öyle geliyor ki İstanbul'da ulaşım hayatımı kendi başıma idame ettirmeye başladığım günden beri bu rahatsız duruma bir bağışıklık geliştirdim ve vücudum bu sıcak\soğuk oyunlarını artık pek de garip karşılamıyor... 

.... 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder