12 Ekim 2011 Çarşamba

Facebook Üzerinden Yeni Bir "Arkadaşlık" Pratiği



Arkadaşlık kavramının, içinde bulunduğu bağlam içerisinde nasıl da akışkan ve dönüşümlü olduğuna şahit oluyoruz son birkaç yıldır; farkında olarak veya olmayarak. Artık, daha önce hiç olmadığı kadar hızlı bir şekilde “arkadaşlık” denen olguya dair yeni gerçekliklerin kurgulanmaya başlandığı, eski kaidelerin silikleştiği bir dönemin içerisindeyiz.

İlerleyen teknoloji ve bu teknolojiye erişim imkânlarının artması ile birlikte öncelikle cep telefonları, özellikle de genç nüfusun hayatına bomba gibi düştü. İkibinli yıllarla birlikte cep telefonları ortaokullara kadar girdi, ve günümüzde yaşadığımız “yeni arkadaşlığın” temellerini attı. Arkadaşlık denilen şey, zaman ve mekândan bağlarını koparttı, ve “yersiz yurtsuz” bir fenomene dönüştü.
Hemen hemen 2000'lere kadar, bilgisayar ve cep telefonu net bir “ihtiyaç” olarak görülmüyordu diyebilirim. Ancak toplumun üretmekten tüketmeye doğru ilerleyen evriminin iyice ivmelendiği, bu evrimin sonuca yaklaştığı, hatta öyle ki “itirazımızın ihtiyaca dönüştüğü” (Müslüm Gürses'in ihaneti?) bu dönemde bir çok şey zaruri bir ihtiyaç gibi algılanmaya başlandı. Artık “herkesin” evvela bir cep telefonuna ihtiyacı vardı, ve herkes bir cep telefonuna sahip olacaktı.

Bu gelişmeler, yıllarca alışkın olduğumuz görüşme ve iletişim pratiklerini derinden etkiledi. Teknolojinin hayatımızı değiştirme biçimi tıpkı kabaca 16.- 17. yüzyılda patlak veren modernite gibi oldu: Devrimlerin ve aydınlanmanın çocuğu modernite, önüne çıkan her engeli yok ediyor ve hızla yayılıyordu.
Arkadaş algısı ve arkadaşlığa dair pratikler ilerleyen internet teknolojisi, Web 2.0'ın ortaya çıkışı ve buna müteakip Sosyal Medya'nın açığa çıkmasıyla beraber bambaşka bir boyut daha kazandı. Tüm bunlarla beraber artık iletişim için cebimizde herhangi bir şey taşımaya da zorunlu değiliz – gittiğimiz herhangi bir yerde sadece bir bilgisayarın bulunması yeterli. Sonuç olarak artık dostluğun tadını biryerlerde birer kahve içmek, birlikte sohbet etmek gibi faaliyetlerle değil; bizi zamanın ve uzamın bağlarından özgürleştiren Web'in en son oyuncağıyla, Facebook aracılığıyla çıkarıyoruz: Birbirimizi dürtmek (poke), fotoğraflarımıza yorum yapmak, ve duvarımıza gerçek olmayan hediyeler göndermek.
 
Yaklaşık 20 senelik bir skalada, bir gerçeklik olarak “arkadaşlık” tecrübesinin farklılaşması ve kendine yeni bir gerçeklik kurgulaması işin fenomenolojik kısmı sayılabilir. Buradan sonra, ufak bir dip not halinde şunu belitrmek gerekiyor: Facebook'da “arkadaş” olarak eklediğimiz insanların “arkadaşımız” olup olmadıkları konusunda akademik bir konsensüs yok. Yani kullanıcıların bir kısmı, arkadaş olarak eklediği kimseleri özenle seçerek ekliyor; bazı insanlar ise sadece tanıdığı insanları bile arkadaş olarak ekleyebiliyor. Aslında konu Facebook olduğu zaman, neyin arkadaş olarak düşünülebilip düşünülemeyeceğini geleneksel perspektiften algılamak biraz zor. 


McLuhan'ın yaklaşımının epistemolojik varsayımına göre araç değişince toplumun iletişim biçimi de değişir. İnsanlar aracı aracın biçimlendirdiği amaç çerçevesinde kullanabilirler1. Benim de değinmek istediğim şey, bir iletişimin ve onun ürünü olan arkadaşlığın, araçların değişimine müteakip fiziksel bağlardan nasıl soyutlandığı ve bunların sonuçları. Zaman ve mekândan soyutlanan iletişimin içeriği, doğal bir sürecin sonucu gibi, kendisini güncele ve gündelik hayata dair şekillendirdi.2 Arkadaşlığın tecrübe edildiği yeni alanların ve pratiklerin ortaya çıkışı, ve bunlara istediğimiz zaman erişebiliyor olmak; yani arkaşlığı hayat anlatımızın geneline yayacak şekilde tecrübe etmek, bu iletişimin içeriğini de elbette değiştirdi. 
 
Facebook arkadaşlığı, arkadaşlığın spontane ve belirsiz boyutunu da değiştirdi. Facebook arkadaşlığına bir de Sembolik Etkileşimci perspektiften bakmaya çalışalım. Erving Goffman, “The Presentation of the Self in Everyday Life” isimli çalışmasında, günlük hayatı bir tiyatro sahnesinden etkilenerek çalışıyor. Buna göre günlük hayatta bir sahne (front), bir oyuncu, bir kulis (backstage), izleyiciler, dekor ve kostüm söz konusu. Erving Goffman sahneyi, bireyin izleyicilerle karşı karşıya kaldığı alanlar olarak tanımlıyor. Verili bir sahnede dekorun, kostümün ve davranışın (manner) birbiriyle uyum içerisinde olması gerekiyor. Eğer bunlar arasında bir çatışma varsa, aksiyon inandırıcılığını yitiriyor. Bu oldukça önemli bir bakış açısı, çünkü insanların benlik temsilleri, Facebook sayesinde Goffman'ın sahnesine gittikçe daha çok benziyor. Facebook üzerinde de, makyajımızı yaptığımız (veya bazen sildiğimiz – beğenmediğimiz bir fotoğrafı silmek gibi) bir kulisimiz, bir sahnemiz (Tüm Facebook iletişimimizi kurguladığımız alanlar, fotoğraf altları, duvarlar vs.) ve bir izleyicimiz (arkadaşlar) var. Artık, verili bir durumda temsil ettiğimiz benliğimze uygun davranışları sergileyebilmek ve kurgulanmış benliklerimizin inandırıcılıklarını net tutmak için elimizde bir andan daha uzun bir zaman birimi var.

Arkadaşlığın spontanelikten çıkmasından kastım da bu noktada, arkadaşlık tecrübesinin (fotoğraf altına yorum yapmak veyahut arkadaşımızın duvarıma bir şey yazmak gibi) artık bir kuliste nerdeyse tiyatral anlamda kurgulanmasından ortaya çıkıyor. Zamandan ve uzamdan bağımsızlaştığımız, ve “keyfe keder” temsillerimizi sunduğumuz bir ortamda sahnede oluşabilecek her türlü olaya karşı tedbirli durumdayız. Arkadaşlık açısından sahne, zaten belirli bir loop3 üzerinden kurgulanmakta, ve birbiriyle sık sık yer değiştiren izleyici ve oyuncu arasında heyecana, spontan bir duruma mahal vermeyecek şekilde yeniden üretilmektedir. 
 
Bunların akabinde Facebook temsilleri ve tecrübe edilen arkadaşlıklarının bir “text'e” dönüştüğünü de söyleyebiliriz. Bu konuda gene Sembolik Etkileşimci'lerden George Herbert Mead'in “I and Me” consepti düşünülebilir. Kısaca benliğin “me” hali, kişinin kendini dışarıdakilerin gözüyle görmesi olarak tanımlanabilir. Benliğin “me” hali, kısmen ego'ya benzetilebilecek “I” haline göre daha baskındır. Ancak Mead düşüncelerini kafasında geliştirirken, benliğin “me” halinin ayarlanabileceğini düşünmemişti herhalde. Örneğin “Me”, bir insanı toplum içinde abartı davranışlar sergilemekten men edebilir, çünkü bu durum utanılacak bir şey olabilir, ve kişisel saygınlığı düşürebilir. Kendisine bu davranışı sergilerken “başkasının gözünden” bakan kişi, farkında olmadan bu eylemi yapmama kararı alır. Facebook'da ise, “me” kurgulanabilir. Yukarıda, Facebook'daki benlik temsilleri üzerine söylediğim şeyler, bir yandan da kişinin kendi “me” fazının düzenlenmesi olarak düşünülebilir. Bir profil, kullanıcının izleyiciye gönderdiği bir mesajdır. Kullanıcı, kendisine “başkasının gözünden” nasıl bakılacağını ayarlar (adjust4).
Tüm bütün bunlar üzerinden arkadaşlığın, ve genel olarak da sosyal hayatın yeni dönüşümlerle nasıl da kurgulanabildiğini vurgulamak istiyorum. Türkiye'de bundan bir kaç sene öncesine kadar Sosyal Medya üzerine bir fikrimizin olmadığını düşünecek olursak ileride Sosyal hayatımızın Web 3.0 ile birlikte nasıl bir boyuta ulaşacağı meçhul. Ben, şahsi olarak sosyal hayatın gittikçe basitleştiğini, ayalanabilir olduğunu, yüzeyselleştiğini ve tabii ki elektronikleştiğini (bu anlamda da ruhsuzlaştığını, yersiz ve yurtsuzlaştığını) düşünüyorum, ve bunların dozunun daha da artacağına inanıyorum. Ancak bu durum benim için normatif bir çizgide bulunmuyor: Fenomenolojik olarak düşünüyorum, ve eski bir gerçekliğin yerini yeni bir gerçekliğe bıraktığını görüyorum.

1“Ağ Toplumunda Sosyalleşme ve Paylaşım: Facebook Üzerine Ampirik Bir Araştırma”, by Göksel Göker, Mustafa Demir, Adem Doğan, New World Sciences Academy 5 (2), 2010 pp. 184
2“Ağ Toplumunda Sosyalleşme ve Paylaşım: Facebook Üzerine Ampirik Bir Araştırma”, by Göksel Göker, Mustafa Demir, Adem Doğan, New World Sciences Academy 5 (2), 2010. pp.185
3Özellikle bu kelimeyi kullanma amacım, Loop'un elektronik müzik üretimindete fazlaca kullanılıyor olması, ve oluşan tekrarların dinleyiciyi gerçeklikten koparan bir trans hali için uygun bir zemin hazırladığını düşünüyor olmamdır.
4Adjust, tını olarak kulağımda daha teknik bir iz bıraktığı için bu pozisyonda kullanmayı daha çok tercih edebileceğim bir kelime.

Resmi İdeolojide Eşcinsellik



Muasır Medeniyetler seviyesine” ulaşmaya çalışırken Modernite'nin kuvvetli akıntısına kendisini kaptıran “Devrimci Türkler”, “batılı” ve “medeni” olmak hayali içerisinde çalışmalarını sürdürür ve devrimlerini gerçekleştirirken farkında olarak veya olmayarak Modernite'nin meşhur dikotomilerinin toplum tarafından da ideolojik temelde içselleştirilmesini sağlamışlardır. Modernite'nin en önemli sembolleri olan bu dikotomilerde ya siyah vardır ya da beyaz, ya iyi vardır ya da kötü, güzel veyahut çirkin, doğru veyahut yanlış, doğal veyahut yapay, en önemlisi de ideal olan veyahut ideal olmayan.

İşte Cumhuriyet'in kurucuları da, bir ulus yaratma gayreti içerisinde programlarını, tüzüklerini, eğitim kitaplarını, kongrelerini kendilerine göre en “ideal” olan şekilde hazırlar, Türkiye Cumhuriyeti'ne ve kendi görmek istedikleri Türk Ulusuna dair her türlü düşünce ve toplumsal yaşam tarzını toplum nezdinde de idealize ederken, Modernite'nin “Ulus Devlet” adındaki en büyük illüzyonlarından birinden feyz almışlar; bunun sonucunda günümüzde birbirinden gittikçe daha çok ayrılan, kutuplaşan, darbe yapan, darbe yiyen, savaşan, birbiriyle anlaşamayan, ana dilini konuşamayan, kendi dilinde hukuk bulamayan, eğitim alamayan, güvenle yaşayamayan, ibadetini ve dini vazifelerini gönül rahatlığıyla yaşayamayan, asimile olan, bu ülkenin nüfus cüzdanı üzerinden dahi doğduğu anda birbirinden ayrıştırılan, sadece kadın veyahut erkek olmalarına izin verilen, sevişemeyen, sevemeyen, fikrini paylaşamayan, komünist veyahut anarşist olamayan, öyle veya böyle bir şekilde devletten dayak yiyen bir takım özgün grupları; ulu, üstün, “çalışkan”,“zeki”, Laik, Müslüman, Sünni, heteroseksüel, hafiften muhafazakar ama ilerici (bunlar da ne demekse), ahlaklı, dürüst, Cumhuriyetçi ve hepsinden de önemlisi zaruren Atatürkçü bir Türk kimliği altında eritmeye gayret etmişler, ne var ki günümüzdeki sosyal gelişmelere bakılacak olursa bir hayli başarısız olmuşlardır.

Cumhuriyet'in mimarları; yani dönemin asker-bürokrat elit kesimi, toplum bilimcileri ve edebiyatçıları yukarıda değindiğim Türk kimliğini, şahsi fikrimce ilkin oldukça saf ve naif fikirlerle bir Ulus Devlet kurma hayaliyle oluşturma gayretindeyken Fransız toplum yapısından ve kültüründen de büyük ölçüde yararlanmışlardır. Anglo-Sakson ekolün aksine bu “Devrimci Türkler” de bireyin haklarını ve özgürlüklerini ön plana çıkartmak yerine, tıpkı erken dönem Fransız düşünürlerinden August Comte ve Emile Durkehim gibi aileyi toplumun en temel birimi olarak algılamış ve “Türk Ulusu'nu” da bu algıyı içselleştirecek şekilde yeniden üretme gayretine girmiştir. Aile de bir kurum olarak modernitenin hesaplamacı, ayarlamacı, ve kutuplaştırıcı aşırı rasyonel eğilimden nasibini almış ve bir takım fonksionyel (ve daha sonradan farkında olunmadan “doğal” olarak kodlanacak) “normlar” üzerinden yeniden tanımlanmıştır. Bu yolla aileye bireyi kontrol etmek, korumak ve kollamak yönünde idealize edilmiş toplumsal roller biçilmiş; bireyin özgürlüklerine ve haklarına ket vurma insiyatifi tanınmıştır. Toplumsal algı, bir kurum olarak ailenin “zaten böyle olması gerektiği” yönünde evrilmiş, bu özelliklerin de aile için özsel (essential) nitelikte olduğu konusunda karar kılmıştır.

Öte yandan gerek eğitim sisteminde gerekse herhangi bir medya aracında bugüne kadar kurgulanan ve kökleştirilen aile ve ilişki temsillerinde de erkeğin çalışmak ile kadının ise ev işleri ile çocuklarla ilgilenmek üzere vazifelendirildiğini ve bunun da “doğal” ve “normal” olarak nitelendirilip meşrulaştırıldığını görmekteyiz. Bu yazılı, işitsel, görsel, açık veyahut kapalı her türlü temsil üzerinden evliliğin yalnızca kadın ve erkek birlikteliğine dayandırılması, bu bağlamda heteroseksüel olanı “doğal-ideal” ve “normal” olarak kodlarken heteroseksüel olmayanı “norm dışı” veyahut patolojik olarak işaretlemekte ve dışlamaktadır.

Bütün bu kurgular, aynı zamanda erkek ve kadına birbirini bütünleyici toplumsal roller uydurmaktadır. Türkiye'deki toplumsal cinsiyet paradigmasına göre kadın ve erkek birbirinden farklıdır, iki cinsiyetin de üstesinden gelemeyeceği farklı durumlar mevcuttur ve bir cinsiyetin yetemediği noktada diğer cinsiyet ondan üstündür, böylece amiyane tabirle cinsiyetler arasında bir çeşit anahtar kilit ilişkisi kurgulanmaktadır. Kadın'ın güç gerektiren işlerde erkeğe ihtiyacı vardır, erkek ise kadın olmadan ayakta duramaz (her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır miti). Böylelikle kadının ve erkeğin birbirlerine ve topluma karşı fonksiyonları veyahut daha resmi bir dille “görev ve yükümlülükleri” bir takım “olagelmişlikler” ile tarihsel olarak da meşrulaştırılmakta ve kanunlaştırılmaktadır. Bu sırada kullanılan sorgulanamaz değerler ise din, gelenek ve “insan doğası” mitosu olmuştur. 

...


(( Akademik sebepler nedeniyle çalışmamın sadece giriş kısmını yayınlıyorum ))