“Muasır Medeniyetler seviyesine” ulaşmaya çalışırken Modernite'nin kuvvetli akıntısına kendisini kaptıran “Devrimci Türkler”, “batılı” ve “medeni” olmak hayali içerisinde çalışmalarını sürdürür ve devrimlerini gerçekleştirirken farkında olarak veya olmayarak Modernite'nin meşhur dikotomilerinin toplum tarafından da ideolojik temelde içselleştirilmesini sağlamışlardır. Modernite'nin en önemli sembolleri olan bu dikotomilerde ya siyah vardır ya da beyaz, ya iyi vardır ya da kötü, güzel veyahut çirkin, doğru veyahut yanlış, doğal veyahut yapay, en önemlisi de ideal olan veyahut ideal olmayan.
İşte Cumhuriyet'in kurucuları da, bir ulus yaratma gayreti içerisinde programlarını, tüzüklerini, eğitim kitaplarını, kongrelerini kendilerine göre en “ideal” olan şekilde hazırlar, Türkiye Cumhuriyeti'ne ve kendi görmek istedikleri Türk Ulusuna dair her türlü düşünce ve toplumsal yaşam tarzını toplum nezdinde de idealize ederken, Modernite'nin “Ulus Devlet” adındaki en büyük illüzyonlarından birinden feyz almışlar; bunun sonucunda günümüzde birbirinden gittikçe daha çok ayrılan, kutuplaşan, darbe yapan, darbe yiyen, savaşan, birbiriyle anlaşamayan, ana dilini konuşamayan, kendi dilinde hukuk bulamayan, eğitim alamayan, güvenle yaşayamayan, ibadetini ve dini vazifelerini gönül rahatlığıyla yaşayamayan, asimile olan, bu ülkenin nüfus cüzdanı üzerinden dahi doğduğu anda birbirinden ayrıştırılan, sadece kadın veyahut erkek olmalarına izin verilen, sevişemeyen, sevemeyen, fikrini paylaşamayan, komünist veyahut anarşist olamayan, öyle veya böyle bir şekilde devletten dayak yiyen bir takım özgün grupları; ulu, üstün, “çalışkan”,“zeki”, Laik, Müslüman, Sünni, heteroseksüel, hafiften muhafazakar ama ilerici (bunlar da ne demekse), ahlaklı, dürüst, Cumhuriyetçi ve hepsinden de önemlisi zaruren Atatürkçü bir Türk kimliği altında eritmeye gayret etmişler, ne var ki günümüzdeki sosyal gelişmelere bakılacak olursa bir hayli başarısız olmuşlardır.
Cumhuriyet'in mimarları; yani dönemin asker-bürokrat elit kesimi, toplum bilimcileri ve edebiyatçıları yukarıda değindiğim Türk kimliğini, şahsi fikrimce ilkin oldukça saf ve naif fikirlerle bir Ulus Devlet kurma hayaliyle oluşturma gayretindeyken Fransız toplum yapısından ve kültüründen de büyük ölçüde yararlanmışlardır. Anglo-Sakson ekolün aksine bu “Devrimci Türkler” de bireyin haklarını ve özgürlüklerini ön plana çıkartmak yerine, tıpkı erken dönem Fransız düşünürlerinden August Comte ve Emile Durkehim gibi aileyi toplumun en temel birimi olarak algılamış ve “Türk Ulusu'nu” da bu algıyı içselleştirecek şekilde yeniden üretme gayretine girmiştir. Aile de bir kurum olarak modernitenin hesaplamacı, ayarlamacı, ve kutuplaştırıcı aşırı rasyonel eğilimden nasibini almış ve bir takım fonksionyel (ve daha sonradan farkında olunmadan “doğal” olarak kodlanacak) “normlar” üzerinden yeniden tanımlanmıştır. Bu yolla aileye bireyi kontrol etmek, korumak ve kollamak yönünde idealize edilmiş toplumsal roller biçilmiş; bireyin özgürlüklerine ve haklarına ket vurma insiyatifi tanınmıştır. Toplumsal algı, bir kurum olarak ailenin “zaten böyle olması gerektiği” yönünde evrilmiş, bu özelliklerin de aile için özsel (essential) nitelikte olduğu konusunda karar kılmıştır.
Öte yandan gerek eğitim sisteminde gerekse herhangi bir medya aracında bugüne kadar kurgulanan ve kökleştirilen aile ve ilişki temsillerinde de erkeğin çalışmak ile kadının ise ev işleri ile çocuklarla ilgilenmek üzere vazifelendirildiğini ve bunun da “doğal” ve “normal” olarak nitelendirilip meşrulaştırıldığını görmekteyiz. Bu yazılı, işitsel, görsel, açık veyahut kapalı her türlü temsil üzerinden evliliğin yalnızca kadın ve erkek birlikteliğine dayandırılması, bu bağlamda heteroseksüel olanı “doğal-ideal” ve “normal” olarak kodlarken heteroseksüel olmayanı “norm dışı” veyahut patolojik olarak işaretlemekte ve dışlamaktadır.
Bütün bu kurgular, aynı zamanda erkek ve kadına birbirini bütünleyici toplumsal roller uydurmaktadır. Türkiye'deki toplumsal cinsiyet paradigmasına göre kadın ve erkek birbirinden farklıdır, iki cinsiyetin de üstesinden gelemeyeceği farklı durumlar mevcuttur ve bir cinsiyetin yetemediği noktada diğer cinsiyet ondan üstündür, böylece amiyane tabirle cinsiyetler arasında bir çeşit anahtar kilit ilişkisi kurgulanmaktadır. Kadın'ın güç gerektiren işlerde erkeğe ihtiyacı vardır, erkek ise kadın olmadan ayakta duramaz (her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır miti). Böylelikle kadının ve erkeğin birbirlerine ve topluma karşı fonksiyonları veyahut daha resmi bir dille “görev ve yükümlülükleri” bir takım “olagelmişlikler” ile tarihsel olarak da meşrulaştırılmakta ve kanunlaştırılmaktadır. Bu sırada kullanılan sorgulanamaz değerler ise din, gelenek ve “insan doğası” mitosu olmuştur.
...
(( Akademik sebepler nedeniyle çalışmamın sadece giriş kısmını yayınlıyorum ))
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder