Okul hayatım, hiç birşeyi düzeltmiyor hayatımda. Tam tersine o sabah soluduğum, ciğerlerimi yakan sis gibi, daha da apaçık gösteriyor İstanbul'un köhneliğini ve küflerini; kendi haline bırakılmışlığını ve Orhan Pamuk'tan alıntıyla, hüznünü.
Orhan Pamuk o hüznü seviyor olabilir, ama ben nefret ediyorum bu hüzün muhabbetinden. İstanbul'un hüznü. Bana tam da bu köhneliği yumuşatmak ve sempatik kılmak için kurgulanmış bir şey gibi geliyor bu hüzün muhabbeti. Hüzün; (öyle sanıyoruz ki) köhneliğin damakta bıraktığı kekremsi tadı yok edecek. Fakat bu rahatsız edici hissi yok etmek için ne kadar onu başka kelimelerle süslemeye çalışırsak çalışalım, gerçek apaçık sırıtıyor: Köhne işte bu İstanbul, köhne!
Sabah saat dokuz civarlarında Silahtar'a ayak bastım. Söz konusu Silahtar olunca, benliğimin elitist fazının ne idüğünü belirleyemediği insanlarla dolu bir otobüsten inmiş olmaya sevinmek biraz zor oldu benim için. Bu tip durumlarda her zaman yaptığım gibi ilim irfan insanı kimliğimi kuşanıp herşeye olgusal bakmaya çalıştım o gün de, ancak bu sefer başarısız oldum.
Deli gibi de rüzgar esiyordu. Sis ortadan kalktı ve bana; yapıları ve isyankar ağaçları, dumandan kendini kaybetmiş gökyüzünü ve buruk rengini daha net görme olanağı verdi. Etraf tepelik, ve beton. Betonların arasında duvarlarla arkadaşlık etmiş tek tük ağaçlar var. Yolun göbeğinde kocaman bir çukur açmıştı vergilerimiz, ve trafik bütün Silahtar'ı dumana boğmaktan haz alıyordu. Tam da o sırada, bulunduğum durağın yanındaki apartmanda genç bir kız evinin halısını pencereden silkiyordu. Zavallı ciğerlerim bu seferde elalemin ayak kokusunu kattı kanıma.
Yedi tepeli canım İstanbul'um! Her milletin hayran kaldığı, uğruna peygamberlerin kelâm ettiği, medeniyetler beşiği, Türk milletine bir nimet İstanbul! O gün İstanbul, beni bilmemkaçmilyonluk bir komün halinde kelimenin tam anlamıyla “içine ettiğimiz” altın boynuzuyla, ve iğrenç kokusuyla karşıladı, gene... Ciğerlerimi mis kokusuyla açtıktan sonra ona bu methiyeleri düzenlerin zihinlerini ne kullanarak uyuşturdukları sorusu geldi aklıma. Kendi kendime “dalga mı geçiyormuş bu bıyıklı, fesli mesli adamlar bizimle”, “hiç mi yaşamamışlar İstanbul'da, hiç mi görmemişler İstanbul'un ne beter bir yer olduğunu allasen“ gibi şakalı sorular sordum, biraz açılırım diye. Nitekim gülümsemedim bu sefer kendime.
Omuzlarım gene yukarıda, bir elim cebimde ve ben yüzbinlik, ikiyüzbinlik arabaların yanından yürüdüm okuluma, altın boynuzun tezeği eşliğinde.
...
...